İngiliz Gazeteci Stuart Jeffries’in yazdığı ve İngiltere’de Verso yayınevinin bastığı “Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School” kitabı Frankfurt Okulu felsefecileri ve çağdaşları entelektüellerin çalışmaları ve hayatlarına ışık tutuyor.
1924’de Arjantinli bir iş insanının finansal desteğiyle hayata geçen “Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü” eleştirel teori üzerine kurulan anlayışıyla kapitalizmin kapsamlı bir eleştirisini yapmaya girişir. Parti siyasetinden ve üniversitelerden bağımsız olan okul, siyasi mücadelenin etkinliği konusunda da şüphecidir. Adorno “kültür endüstrisi” olarak tanımladığı popüler kitle kültürünün toplumu baskı altına almak ve domine etmek için kullanılan bir araç olduğunu savunur.
Walter Benjamin’in Berlin’de geçen çocukluğunu kayda geçirmek için yazdığı kitabı eşyalarla insanların yer değiştirdiği, Proustvari fantazmagorik bir dünyadan söz açar. Böyle bir dünyanın meta fetişizmi nedeniyle özel eşyalar belki de insanlardan daha çok çocukluğumuza götürür bizi. Dahası Lukacs gibi Marksistler insanların kapitalist sistemde aynılaşarak eşyalardan (metalardan) farksız hale geldiklerinden bahseder.
Psikanalist Erich Fromm, Marks ve Freud’u bir araya getirdiği yazılarıyla Frankfurt okulu bünyesinde genel geçer düşüncelere meydan okur. Fromm Marksizme psikanalizi sokarak ortodoks Marksistleri kızdırırken Freud’un “libidonun önemi ve bireysel nevrozların erken çocukluğa dayandığı” görüşüne de karşı çıkar. 1931 tarihli Analitik Sosyal Psikoloji’nin Metod ve İşlevi’nde insanların içgüdüsel aparatının (Freud’un psikoseksüel gelişimin merkezine aldığı libido yapısı da dahil olmak üzere) büyük oranda değiştirilebilir olduğunu, ekonomik şartların asıl değişim faktörleri olduğunu yazar. Libidonun kuvvetleri ve sosyal kuvvetler kesin değildir, diyalektik bir ilişki içerisindedirler.
Fromm, cezai adalet sisteminde devletin toplumun bilinçaltında baba kimliğini üstlenerek genel geçer baba korkusu sayesinde yönetimini sürdürdüğünü yazar. Devlet suçluları suç işlemeye iten sosyal şartları iyileştirmek yerine ağır cezalar vermeye yönelir. Fromm’a göre adi suçlular toplumun ekonomik adaletsizliğinin kurbanıdırlar. Cezai adalet sisteminin amacı suç oranını azaltmak yerine muhalefeti ezmek ve baskıları yoğunlaştırmaktır.
Enstitünün uzun yıllar yöneticiliğini yapan Max Horkheimer sosyalistlerin çalışmaya yüce bir nitelik vermelerinin sofuca bir ideoloji olduğunu, bu sayede de kendilerini kapitalist propagandanın taşıyıcısı haline getirdiklerini yazar. Horkheimer Marks’ın çalışmayı bir kategori olarak fetiş haline getirdiğini yazar. 1930’ların başında okuduğu Marks’ın ekonomik ve felsefi yazılarında kendisini rahatsız eden şey, Benjamin’in Marks’ın çalışma konseptinde fark ettiği faşizmde de karşımıza çıkan teknokratik özelliklerdir, ki Benjamin Adorno ve Horkheimer’ın aksine yaratıcı verimli çalışmayı över.
Adorno’ya göre çalışma insanın kendisini gerçekleştirmesinin temel kategorisi değildir. Öyle ki 1969’da verdiği bir röportajda Adorno Marks’ın dünyayı devasa bir ıslah evine çevirmek istediğini söyler. Bir diğer Frankfurt Okulu üyesi Herbert Marcuse 1955 tarihli Eros ve Uygarlık: Freud’un Felsefi Araştırması’nda Marks’ın en sevdiği kültürel kahraman Promete’nin Freud’un performans prensibini temsil ettiğini yazar. Promete didinme, verimlilik ve baskı yoluyla ilerlemenin kahramanıdır. Performans prensibi ise Freud’un insanlığın uygarlığa daha iyi uyum sağlayabilmesi için zevklerini bastırdığı gerçeklik prensibinin özel bir türüdür. Marcuse ise farklı prensipler ve mitolojik kahramanlardan bahseder: Orfeus, Narsisus ve şarap tanrısı Dionysus gibi… Bu tanrılar neşe ve doyumu, emir vermeyip şarkı söyleyen sesi temsil ederler.
Marcuse Freud’un ölüm içgüdüsü olan hayatın gerilimine son veren Nirvana prensibini ölümde değil hayatta bulmayı umar. Bu ütopik önerme Freud gibi Hegel, Marks ve Schopenhauer’in düşüncelerine de karşıttır. Marcuse 1932’de Nazi rejiminde profesörlük alamayacağından emin olunca enstitüye katılır. 1920’lerde filozof Heidegger’in öğrencisi olan Marcuse hocasının teknolojik rasyonelliğin günlük yaşamın her alanına egemen olduğu ve bireyin özgürlüğünü elinden aldığı fikrinden etkilenir. Heidegger’in Nazizme kayması Marcuse’ü Hegel’e yöneltir; onda tutucu değil, sosyal hayatın irrasyonel biçimlerini eleştiren bir filozof bulur.
Hegel ve Kant’ın vurguladıkları Vernunft (eleştirel akıl yürütme) görünürdekinin ötesine geçerek altta yatan diyalektik ilişkilere ulaşırken Verstand (araçsal akıl yürütme) görünürdeki dünyanın mantığa göre yapılandırılmasıdır. Vernunft sonuçlara odaklanırken Verstand sadece araçlarla ilgilidir.
Marcuse Verstand’ın kapitalizmin aracı olduğunu, Vernunft’un ise kapitalizme meydan okumanın aracı olduğunu çıkarsar.