YBu yazıda sadece kedi ve köpek gibi bizimle veya bize yakın yaşayan hayvanlardan söz etmeyeceğim, yani alınan-satılan, eğlenilen, giyilen, yenilen gibi ayrımlar yapmayacağım; çünkü insan dahil tüm hayvanların şiddetsiz bir dünyada yaşamaya hakkı var.
Şiddete maruz bırakılmadan yaşama hakkının insan olmayan hayvanlar için halen yeterince savunul(a)madığı, insanların hayvanlar üzerinde kurduğu tahakkümün görünmez olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın “uygar”laşmasıyla birlikte hayvanları çok farklı şekillerde kullanmaya başlaması, tüketilecek metalar olarak bedenlerini egemenliği altına alması, hayvanların hissedebilir olduğu gerçeğini görmezden gelmesini ve/veya inkar etmesini beraberinde getiriyor. İçine doğduğumuz modern dünyada hayvanlarla, ya kapitalist pazarda alınıp satılan mallar, ya çeşitli gerekçelerle sahip olunan mülkler olarak tanışıyoruz; ya da yaşamı, görüldüğü anda sona erdirilen küçük “zararlılar”… Soframıza gelen şeyin bir zamanlar hissedebilen bir hayvan olduğunu, onların bedenini ve onlara ait bir şeyi hakkımız olmadığı halde zor kullanarak aldığımızı, betondan çirkin kentler kurarak yaşam alanlarını yok ettiğimizi fark etmemiz çok uzun yıllar alabiliyor. Bu tahakküm zinciri artık gözümüze görünür olduğunda önümüzde bir pencere açılıyor. Buradan kafamızı uzatıp baktığımızda, hayvanların insanlar tarafından tek taraflı sömürü kaynağı, mal ve mülk olarak görülmesinin, insan egemen, türcü ayrımcılık kültürünün bir sonucu olduğunu görebiliyoruz.
Türcülük kavramını 1970 yılında ilk kez ortaya atan Richard Ryder, bu kavramı kullanmaktaki amacının, diğer türlere karşı önyargılı tutumumuzu tanımlamak ve hepimizin akraba olduğunu göstermek olduğunu söylüyor; tür ayrımcılarının insanlarla diğer hayvanlar arasında keskin bir ahlâki ayrım çizdiğini, oysaki ahlâki bağlamda en önemli ölçütün zeka değil, acı çekebiliyor olmak olduğunu belirtiyor. Günümüzdeki genel tanımıyla türcülük; insan türünün özde diğer bütün türlerden üstün olduğunu ve bu sebeple diğer hayvanların insan çıkarı için katledilmesini ve sömürülmesini meşrulaştıran, son derece yaygın ve derinlere kök salmış bir ayrımcılık biçimi.
Hayatın her alanında hayvanlar fiziksel, duygusal ve ekonomik olarak sömürülmekle birlikte, cinsel olarak da sömürülüyor ve istismar ediliyor. İnternette konuyla ilgili bir arama yaptığımızda veya topluma ve yasalara baktığımızda karşımıza hep “hayvanla cinsel ilişki” kavramı çıkıyor. Bu, tesadüfi olarak seçilmiş ve dile yerleşmiş bir kavram değil. Cinsel ilişki, bir veya birden çok bireyin kendi rızasıyla gerçekleştirdiği bir eylemdir. İnsan olmayan hayvanlar söz konusu olduğunda rıza veya onay kültüründen söz edemeyeceğimiz için cinsel ilişkiden de söz edemeyiz. “Hayvanla cinsel ilişki” kavramı, hayvanın bedeninin cinsel olarak da sömürülebilir olduğu alt mesajını içeren, toplumun algılarıyla oynayan bir kavramdır.
Rızası olduğunu varsaymak, hislerini yok saymak veya bedeni üzerinde hak iddia etmek, hayvanın her türlü sömürü biçimine maruz bırakılmasının önünü açar.
Hayvanlara tecavüz eden failler de gündelik hayatta, sokakta her gün karşılaştığımız insanlardır; çok büyük bir çoğunluğu -sanıldığı gibi- sapık veya zoofili değildirler. Bu insanlar hayvanları küçük görür, onlar üzerinde güç kullanma hakları olduğuna inanırlar; sırtlarını “cinsel iradesizlik” veya “cinsel açlık” gibi mitlere dayayarak tecavüzü “hayvanla cinsel ilişki” olarak normalleştirirler. Bu eylemden önce, belki durduk yere sinirlenip yoldan geçerken tekme savurmuşlardır bir hayvana, belki de oyun oynar gibi kuyruğundan çekip sürüklemişlerdir. Bu şiddet eylemleri toplumsal olarak farklı dinamiklerden de beslenebildiği için, önceden bunlara benzer şiddet eylemlerini gerçekleştirmiş olan herkesin, hayvanlara doğrudan cinsel şiddet uygulayacağı anlamını çıkaramayız; fakat ataerkil düzende, hayvanların da -tüm ‘erkek’ olmayanlar gibi- zapt edilmesi gereken bedenler olarak konumlandırılıyor olmasının, faillik potansiyelini yükselttiği aşikardır. Kime yönelik olursa olsun, cinsel şiddet bir gücünü pekiştirme eylemi, bir iktidar kurma aracıdır, salt cinsel arzu bağlamında değerlendirilemez. Her yaştan, sınıftan, cinsiyetten, ırktan, sosyal statüden insanlar, hayvana yönelik cinsel şiddetin faili olabilir.
Son zamanlarda çok duyduğumuz bir cümle var: “Hayvana tecavüz eden insana da eder!” Üstünü örtersek, önüne geçmezsek, bu tecavüzlerin çocuklara ve kadınlara sıçrayacağından endişe ediliyor. Tecavüz bir güç eylemi olduğundan, buradaki fiile dair düşünce yanlış değil; fakat mücadele biçiminin savunuluş şekli, insan çıkarını her şeyin üstünde tutan tür ayrımcılığının bir tezahürüdür. Hayvanların yaşadığı travmalar, insanların yaşadıkları veya yaşayacaklarıyla kıyaslanarak önemsizleştirilir; dolayısıyla bu düşünceden beslenen bir savunuculuk, sonuca odaklanarak nedeni es geçer, toplumsal cinsiyet temelli güç ilişkilerini görünmez kılma yanlışına düşer. İnsana ve insan olmayan hayvana yönelik cinsel şiddet; aynı üstünlük normundan, benzer ayrımcılık kültüründen beslenir. Fail, üstünlüğünü kanıtlamak veya sağlama almak için, kendinden aşağıda konumladığı herkesi hedef alabilir, yani tam tersi de geçerli: “İnsana tecavüz eden hayvana da eder!” Peki, bu tecavüzcüler insana dokunmadıklarında, hayvanlara uygulayacakları cinsel şiddete göz yumuluyor mu? Bu sorunun cevabı, hayvana yönelik cinsel şiddetin bu kadar yaygın olduğu halde neden istatistiklere yansımadığının da cevabı.
Türkiye’de ilk defa, Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) tarafından hazırlanan 2016 yılı Hayvan Hakları İhlalleri Raporu’na, en az 2 milyon 979 bin 758 cinsel şiddet vakası yansımış. Bunun 2.979.752’si, süt endüstrisinin devamı için, “suni tohumlama” adı altındaki sistematik tecavüz fiilleri. Suni tohumlama dışında ise raporlanabilen sadece 6 cinsel şiddet vakası var. Raporun önemli başlıklarının paylaşıldığı basın açıklamasından küçük bir alıntı da burada dursun:
“Ancak biliyoruz ki hayvana tecavüz, iddia edildiği gibi “münferit” olaylar değildir. Ulusal mevzuata göre “kabahat” olan; ancak hayvanlara karşı işlenen bir suç olan bu filler, duyguları, acı hissetme yetisi olan canlılara yapılan bir saldırı, cinsel şiddet ve beden dokunulmazlığı hakkının gaspıdır.”*
İnsan dışındaki hayvan bireylere yönelik cinsel şiddet de sadece penetrasyon eylemine indirgenemez. İnsanlara fayda sağlamak için -ki bunun kimlerin faydasına olduğu ayrı bir tartışma konusudur- hayvanların cinselliklerini özgürce yaşamalarına engel olmak, doğal üremelerinden çok daha fazla üremeleri için yumurtalarını çalmak, suni yollarla sürekli hamile bırakmak ve ardından süt sağma makinelerine bağlı “yaşatmak”, yaşatmak değildir; hem yaşam boyu cinsel istismar hem de beden dokunulmazlıklarının ihlalidir. Bu ihlal ve istismar eylemlerinin failleri sadece süt endüstrisi ya da bu kurumlarda, çiftliklerde, köylerde fiilen yaşama kasteden bireyler değil; hayvanların bedenlerinin metalaşmasına ve insandan daha az değerli ya da değersiz olmasına sebep olan, istismardan elde edilen ürünleri talep etmeye devam eden herkestir.
Unutmayalım ki; hayvanlar da bizler gibi mutlu olan, korkan, acı çeken, hissetme ve karar verme yetisine sahip, yaşamlarının farkında olan bireylerdir. Onları yiyecek ve giyecek olarak kullanmaya, tüylerini yolmaya, kafeslere kapatmaya, süs eşyası, eğlence ve sanat malzemesi olarak kullanmaya, üzerlerinde deney yapmaya, yani bize ait kılmaya en ufak bir hakkımız yok. Hayvanların bedenleri sadece ve sadece kendilerine aittir, sırf kendi keyfimiz veya damak zevkimiz için onların bedenlerini ele geçirmek zorunda değiliz; hem bu kendimizle çelişmekten öte, adil ve etik bir davranış değil.
Türcülük de, cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi öğrenilmiş bir ayrımcılık kültürü. Doğaya referans vererek türcülüğü normalleştirmenin, yani hayvanların birbirini yediği gerekçesiyle insanların hayvanları sömürmesinin “doğal” olduğunu savunmanın, iki yüzyıl önce insan köleliğini normal görmekten veya erkeğin kadından “doğal” olarak üstün olduğunu savunmaktan hiçbir farkı yok. Rekabet ve hırs uğruna, keyfi olarak katliam yapan, savaş çıkaran tek hayvan sadece insandır. İnsan merkezli bir hiyerarşinin içinde adaletten nasibini hiç mi hiç alamayan hayvanlar için neyin doğal olup neyin olmadığından bahsetmek zaten abes olacaktır. Doğa üzerinde geri dönüşü olmayan tehlikeli sonuçlar doğuran tek şeyin; insanın, hem insan hem de insan olmayan hayvanlar ve doğa üzerinde kurduğu tahakküm olduğunu görmek zor değil. Zira dünya tarım topraklarının yüzde 68’i tecavüz yoluyla döllenen ve seri bir şekilde üretilen hayvanları beslemek için kullanılıyor. Neden mi? İnsanlar başka bir hayvanın yavrusuna ait olan süt ve sütten elde edilen diğer ürünleri tüketsin, böylelikle et ve süt endüstrisi kazansın diye.
İnsan olmayan hayvanları, sırf bizimle aynı dili konuşmadıkları için görmezden gelmek, sadece insan haklarından, kadın haklarından, faşizmden bahsetmek, kapitalizmi eleştirirken hayvan bedenlerinin sömürüsü üzerinden yaratılan pazarla hiç ilgilenmemek, onların yaşadığı zulmü her geçen gün daha da artırıyor. Hep insanın insana ettiği zulümden söz ediliyor, ancak doğduğumuz anda atanan ırk ve cinsiyet gibi, türden ötürü de sahip olduğumuz ayrıcalıkları fark edip, insanlığı sorgulayarak şiddete sebep olan hiyerarşileri kırabiliriz.
Yaşam hakkı tüm hayvanlar için eşit derecede önemli ve bu haklar gasp edilmeye devam ettiği sürece hiçbirimiz adil ve şiddetten arınmış bir yaşam sürdüremeyeceğiz. Hepimiz aynı havayı soluyor, hayatta kalma kavgası veriyor, sevilmeyi ve eşit şekilde saygı görmeyi hak ediyoruz. Bu dünyanın sahibi değil sadece parçası olduğumuzu ve hepimizin yeryüzünde birlikte yaşayan hayvanlar olduğumuzu hatırlayıp, birbirimize karşı sorumluluklarımızın farkında olmamız gerekiyor. Bu sorumluluğun asgari bir parçası da vegan olmak. Hayvanları mal ve kaynak olarak kullanmayı sürdürmemek bizim elimizde ve bu türcülükle mücadelede yapabileceğimiz en basit şey.
Kimsenin köle olmadığı bir yaşamı özgürce paylaşmak için, hayvanların bedenlerinden elimizi çekip onlara haklarını teslim edelim. İnsan merkezci yaşamımızı değiştirmeye kendimizden başlayalım.
Bu yazı, ilk defa Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin “Şifalı Bilgiler” Dergisi’nin 2. sayısında yayınlanmıştır.
Başlık Görseli: Dana Ellyn, Vegan Ressam – “Coequal”, 2017 – Sanatçının izniyle.H