Çantasından kara gözlüklerini çıkarıp taktı. Önce “İyi ki yanıma almışım!” diye şükretti. Sonra da kendini Teşvikiye cami bahçesinde ünlü cenazesindeymiş gibi hissetti. Sağdan soldan gözlerini devirerek bakanlara gözlüklerinin arkasından o da gözlerini devirdi. Neyse ki görmediler. Hava güneşli olsaydı gözlükler göze batmazdı belki ama inadına nasıl kapalı, nasıl soğuk. Kar kalkalı birkaç gün olmuş. Toprak hâlâ sert. Gerçi karlı olsaydı her şey daha da zor olurdu. Bu da canım Safinaz teyzenin şansı işte. Gitmek için karların erimesini beklemiş.
Gitmeseydi o da beğenirdi. “Vallahi çok yakışmış.” derdi. “Gençsiniz siz, sürün sürüştürün, takın takıştırın.” Çok isterdi Safinaz teyzenin de görmesini. Annesi demişti ama. “İyi güzel, tamam da…” demişti. “Cenaze filan olursa bu halde nasıl geleceksin?” “O zaman bu aralar kimse ölmesin.” demişti o da. Gülüşmüşlerdi. Ölümlü olduğu gerçeğine insan başka nasıl dayanır ki? Safinaz teyze zaten turp gibi. Her ölüm erken ölümdür, demiş şair. Ama canım Safinaz teyzeninki hepten erken oldu.
Bir arkadaşında görmeseydi şimdi bu kara gözlükleri takmak zorunda kalmayacaktı. Kendini bildi bileli makyaj yapmayı beceremiyor. Çok meraklı olmadığından olsa gerek. Arada yapmak zorunda kaldığında eline yüzüne gözüne bulaştırır hep. Yok, gerçekten bulaştırır. Ruju taşar, allıkta iki yanak arasında senkron tutturamaz. Göz makyajı desen hepten fena. Kalem çeker, bir göze kalın, diğerine ince. Rimel sürdüğünü unutup ağlayacak bir şeyler bulur. Suya dayanaklı olduğu iddiasındaki bütün rimeller göz altlarından yanaklarına süzülür. Eliyle silmeye kalkar, parmak kenarları kapkara olur. Mum gibi makyaj yapıp zarafetle taşıyan hemcinslerine hep hayranlık duymuştur.
Arkadaşının gözlerindeki kalemle çizilmiş gibi düzgün siyah çizgileri de görünce çok beğendi. Meğer zaten kalemle çizilmiş. Kalıcı aylaynırmış. Yedi yıl dayanıyormuş. Yedi yıl mı? Nasıl yani yedi yıl? Bir nevi dövme gibi olduğundan öyleymiş, falanmış filanmış. Bu kısımları çok dinlemedi. Yedi yıl göz makyajı yapmak zorunda kalmayacak olmasında o. Çok da fazla düşünmedi. Keşke biraz düşünseydi ama düşünmedi. Ertesi gün randevu alıp gidiverdi tavsiye edilen güzellik salonuna.
Sordu, yok hayır, yapılırken can yanmıyormuş. Oh iyi, yatıverdi sedyeye. Güzellik uzmanı hanımefendi gözlerini gerdire gerdire bir güzel çekti aylaynırı. Üst göz kapağına kalın, alta daha ince. Vallahi güzel de oldu. Ohoo, şimdi yedi yıl rahat. Neyse ki bir de saçlarına balyaj atılması önerisinin üzerine hemen atlamadı. Bunca yıldır iyi kötü kuaföre gidiyor, şu balyajı bir türlü öğrenemedi. Atılan tutulan bir şeydi herhalde. Şimdilik bir kenarda bekleyebilirdi.
Annesinin yedi yılı duyunca yaptığı yorumla kendine gelir gibi oldu ama artık çok geçti. Düğün tamam da cenaze insanın aklına pek gelmiyor. Olmadı gözlük takarsın, diyerek çözümü yine annesi buldu.
Çok sevdiği Safinaz teyzesi aniden gidiverince canı yana yana koştu mezarlığa. Aylaynırı filan tamamen unutmuş. Sağda solda kendisine baka baka fısıldaşanları görünce de hemen hatırlayamadı. Koca koca kadınlar örtülerinin ucuyla ağızlarını kapatır gibi yapıyorlar ama çok da kapatmıyorlar. Dillerini damaklarına vurunca çıkan o ıslak sesin duyulmasını istiyor gibiler. Gözlerini da kocaman açıp sağa sola, yukarıya aşağıya deviriyorlar. Ne ayıp, çok ayıp, makyaja bak’ları duyunca duruma ayıldı. Hemen kara gözlüklerine sarıldı.
Hava nasıl soğuk. Koyu yeşil serviler kara gökyüzüne uzanıyorlar. Bazı bakımlı mezarların üzerinde mevsime rağmen rengarenk çiçekler açmış. Bazılarınınsa taşları kırık, üzerlerini hüzünlü otlar bürümüş. Safinaz teyze toprağa gireli birkaç dakika olmuş. Kara kuru bir çocuk plastik bir maşrapayla üzerine su döküyor. O acılı yalnızlıkta gözlerindeki kara çizgilere nasıl olup da dikkat edildiğini merak etti.
Sonra nereden çıkıverdiğini anlayamadığı kıymalı pideler dolaşmaya başladı ortalıkta. Kim ısmarlamıştı, ne ara gelmişti de dağıtılmıştı, yakalayamadı. Az ilerideki taze toprak, soğuk hava, gözlerindeki kara çizgiler bir anda unutuldu. Çiçekli çiçeksiz olmasına bakmaksızın mezarların mermerlerine oturdular. Onca ölünün arasında yanaklarını şişire şişire bir güzel yediler. Birileri peynirli de olup olmadığını sordu. Yoktu. Peki ayran var mıydı? Vardı. Gerçi bu soğukta çay olsaydı daha iyiydi ya!
Birinin eline tutuşturduğu pide poşetini mezarları sulayan sıska çocuğa verdi. “Yedim ben abla” dedi çocuk. “Olsun” dedi o da. “Bunu da ye ya da evine götür. Hatta dur bir tane daha bulayım sana.”
Evde dua okunurken gözlüklerini takmadı. Kadınlar Safinaz teyzenin evine doluşmuşlar. Erkekler niyeyse aşağıda kapı önünde bekleşiyorlar. Safinaz teyze olsaydı “Ya olur mu öyle şey, bu soğukta üşüyeceksiniz, çıkın bakayım hepiniz yukarıya” derdi ama yoktu işte, gitmişti. Gitti diye de çoğunluğun anlamadığı bir dilde dualar okunuyor. Kafalarda hep kara örtüler. O da çıkardı pembe güllü örtüsünü mecbur. Saçlarının üzerine atıverdi. Az birazını aylaynırlı gözlerinin üzerine düşürdü.
Salonda baş köşeye yüksek sesle dua okuyan kadın kurulmuş. Üç kişilik koltukta yayıla yayıla tek başına oturuyor. Dinleyenler diğer koltuklara, komşulardan toplanan ve boşluklara sıkıştırılan sandalyelere sıralanmışlar. Duacı kadın gözlerini kapamış, iki yanına sallana sallana bazı sesleri uzatıyor, bir alçaltıyor, bir yükseltiyor. Arada bir susuyor. O sustuğunda herkes yüksek sesle iç geçiriyor. Sonra dualar yeniden başlıyor, sesler bir yükseliyor bir alçalıyor.
Ortalıkta anlamı bilinmez sözcüklerin dolaştığı bu gürültüde dil şaklatmalarını duyamıyor ama dinleyicilerin kafaları kalktığında gözler ona kilitleniyor, yine sağa sola, aşağı yukarı devriliyor. Artık sadece gözlerine değil, örtüsündeki pembe güllere de göz deviriyorlar. Okudukları dualara ara verip dudaklarını büzüyorlar. Arada bir burunlarını odaları doldurmaya başlayan kavrulmuş helva kokusuna veriyorlar. Yutkunuyorlar. Sonra hatırlayıp ayıplamaya kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Dualar, duacı kadının bir kreşendosuyla nihayet sona erdi. Eller anlamı bilinmeyen ezberden gökyüzüne açıldı, yüzler avuçlandı. Kıpırdanmaya başladılar. Bazıları örtülerini yavaşça omuzlarına indiriverdi. Göbeklerin üzerine özenle yerleştirilmiş memeler gevşedi.
Bu sefer tavuklu pilav ikramı başladı. En önce duacı kadına servis edildi. Kadın parasıyla da olsa hayırlı bir iş yapmanın haklı gururuyla, yüzünde mağrur bir ifadeyle ağır ağır pilavını yemeye başladı. Örtülerini, memelerini ve göbeklerini gevşeten diğerleri de birer plastik tabak kapıp üzerine didiklenmiş tavuk eti serpiştirilmiş pilavlarına kaşıklarını daldırdılar.
Duaların yerini ağız şapırtıları aldı. Aylaynırlı kara gözler ve pembe güller bir süreliğine unutuldu. Biri eline bir tabak tutuşturmaya kalktı, almadı. Midesi bulanıyordu. Birileri yine ayran sordu. Neyse ki bu sefer çay istenmedi. Başka birisi karabiber istedi. Karabiberlik elden ele dolaştı, pilavların üzerine bolca serpiştirildi. Pilav tanelerini etrafa saça saça hapşıranlar oldu. Ağızlarını kapatmak sonradan akıllarına geldi. Ölü evinde birbirlerine çok yaşamayı dilediler.
Boş plastik tabaklar toplandı. Yeni plastik tabaklarda irmik helvası ikramı başladı. Yine en önce duacı kadına. Kadın ciddi bir görev bilinci ve aynı iştahla helvasına çatalını salladı. Sonra herkes aynısını yaptı. Aylaynırlı gözler bir süre daha rahat bırakıldı. Helvanın yanında plastik bardaklarda gül kokulu şerbet ikram edildi. Aşırı şekerden kafalar biraz bulandı. Çoğuna bir yorgunluk bastırdı. Çay soranlar oldu.
Neyse ki ona helva ikram edilmedi. Pilavını yemeyenlere herhalde tatlı da yoktu. Pembe güllü örtüsünü çantasına koydu. İçinden yükselen “Çayınızı da gidip evinizde için!” çığlığını bastırdı. Midesi hâlâ bulanıyordu.
Usulca evden çıkarken mutfaktaki kuyruğu görünce şaşırdı. Kalan pilav ve helvalardan paket yapıp evlerine götürme kuyruğuydu bu. Şaşırdığına şaşırdı.
Keşke Safinaz teyze makyajlı gözlerini görebilseydi. “Ne güzel olmuşsun kuzuuum!” dediğini duyuverdi. O anda balyaj yaptırmaya karar verdi. Tabii ya! Artık atacaklar mıydı tutacaklar mıydı, neyse neydi. Önündeki yedi yıla balyajlı saç yakışırdı.