Ana SayfaKültür & SanatKitapMetin Turan ile sözcük labirentleri, yeni kitabı ve edebiyat üzerine söyleşi

Metin Turan ile sözcük labirentleri, yeni kitabı ve edebiyat üzerine söyleşi

-

Metin Turan ile sözcük labirentleri, yeni kitabı ve edebiyat üzerine gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşimiz:

İlk öykü kitabınız “Siyah Gökkuşağı,” 2018’de yayımlanmış ve ardından bir ilk roman gelmişti: “Her İnsan Bir Zamandır.” Her yıla bir kitap sığdırdınız ve 2019’da yayımlanan romanınızı, bu kez 2020’de çıkan öykü kitabınız izledi: “Ama Bir Gün Bir Şey Olur”. Şimdiyse elimizde, adını “Başka Türlüsü” koyduğunuz yeni bir kitabınız var. Tek öykü içeren, “novella” da denebilecek, odağına kadını, kadına yönelik her türden şiddeti alan bu sarsıcı metninize geleceğim. Ancak isterim ki, öncelikle sizden, adım adım ördüğünüze tanık olduğumuz edebi dünyanızdan, yolculuğunuzdan başlayalım.

Metin Turan: Elbette. Fakat cümleme size teşekkür ederek başlamalıyım. Çünkü yeni kitabımın o büyülü matbaa kokusu henüz üzerindeyken el edip söyleşiye çağırdınız. Sağ olun. Edebi yolculuğumdan söz edeceğim, ama önce büyük bir edebi ustayı, Halikarnas Balıkçısını’nı anacağım. Sonra da Cemil Meriç’i. Zira edebi ustalıklarının yanında örnek aldığım yanları var: Aşkla bağlı olunan yazma edimini, her türlü engele rağmen gerçekleştirmek… Halikarnas Balıkçısı’nın “Gençlik Denizleri” adlı eserini bilirsiniz. Bu eser, değerli yazarın sağlığının bir hayli kötüleştiği bir dönemde hazırlanır. Sağ eli felçlidir, ama düşünün ki o hâldeyken, ölümünden 50 gün önce üstelik, felçli sağ elini sol eliyle kullanarak kitabının atıf yazısını yazar. O anları, aldığı o büyük heyecanlı hazzı getirin aklınıza… Cemil Meriç de öyle. Onun da, tıpkı benim gibi, gözlerindedir sorun. Zamanla kötüleşir. Ama o, sarı tavan lambasının zayıf ışığına yakın olabilmek için masasının üzerine sandalyesini kor, oturur ve o vaziyette, ışığa görece yakın, okur ve yazar…

Işık da, ona yakın durmak da ne kadar değerli!

Haklısınız! Elbette bu; çabayı, gayreti, sabrı, belli bir külfete katlanmayı da beraberinde getiriyor. Ama meselesi okumak-yazmak, aşkla bağlanılan düşünsel üretim, yaratım ve edebiyat olunca insanın, derler ya, gerisi yufka! Öyle veya böyle bir yol mutlaka bulunur. Sözü uzattım, bağışlayın, fakat az önce andığım “Gençlik Denizleri” kitabına, ilk öyküsüne, “Açıklıklar Yolcusu”na getireceğim sözü. Daha adını okur okumaz edebiyat yolculuğu/ edebiyat yolcusu ile benzerliğini kurduğum bu başlık, bana edebiyatın sonsuzluğunu, açıklığını, enginliğini, derinliğini, bitimsiz ufkunu ve elbette yaratıcı yazının o müthiş keyfini duyumsatmıştı. Tutkuyla bağlı olunan bir yolculuğu…

O öyküde Hasan Usta adında bir lâğım temizleyicisi vardı ve işe bakın ki, en büyük tutkusu denizdir; yanılıyor muyum?

Doğru hatırladınız. Hasan usta, bir lâğım temizleyicisidir, fakat aynı Hasan Usta’nın büyük tutkusu denizdir, açıklardır. Hayal kurar; gün gelecek ve o mutlaka denizlere açılacaktır. Bulduğu her boş vakitte sahile koşarak kolunu sıvar, uğraşıp çabalar. Amacı, ne olursa olsun bir kayık yapmaktır. Yıllar geçer. Düşünün, tamı tamına 40 yıl akıp geçmiştir, ama kayık henüz tamamlanmamıştır. Fakat bir gün gelir ki, kayık hazırdır artık. Hasan usta büyük heyecanıyla kayığına atlar, küreklerine asılır, açılır, … açılır, ama orada açıklıkta bir yerde ölür! Sahilde toplaşanlardan biri atılır hemen ve “Dünya lâğımından kurtuldu!” der. Ancak hemen orada, sahilde bir doktor vardır. Sözü alır ve şöyle der: “O, çoktan kurtulduydu. Kayığını yapmaya başladığı zaman kurtulmuştu!”

Geldiğinizden yerden hareketle… Siz, uzun zamandır içerdesiniz, hapishanede. Görme engelinize rağmen, sanırım siz de, karar verip kalemi elinize alarak edebiyat yolculuğuna başladığınızda; ifade şimdi yerine oturuyor; kurtuldunuz…

Tastamam öyle! Yıllarca okudum-yazdım, yazdım-okudum. Derken bir cesaret gösterip hazırladığım dosyamı, dışarı yolladım. Sarsıcı, kırıcı “geridönmeyişler” oldu. Buna rağmen kalemime küsmedim. Madem ki, bir “Açıklıklar Yolcusu”ydum… Madem ki, aklımla fikrim gibi edebiyatın sonsuz denizindeydi… O vakit, sabırla “kalem işçiliği”me devam etmeliydim. İlk öykü kitabım “Siyah Gökkuşağı” bu sayede hayat buldu.

Dediniz ki, “Yıllarca okudum-yazdım, yazdım-okudum. Derken bir cesaret gösterip…” Ne dersiniz; yazmak, bir eser ortaya koymak, bir cesaret işi midir?

Evet, çünkü yazmak, bir eser ortaya koymak, kendini meraklı gözlere açmaktır aynı zamanda. Zira hangi tür edebi ürün olursa olsun, ortaya konan eserin üzerine, içine, söze, hikâyeye, “yazan insan”ın gölgesi düşüyor. İster istemez…

Mutlak bir izdüşümünden söz etmiyorsunuz sanırım!

Elbette, ama “yazan insan”ın izini taşır mı? Evet! Zaten yazmak, bu nedenle cesaret işidir. Kendine güvenmelisin. Ve tabii okura, hatta diğer yazarlara da… O günlerdeydi; dosyamı Murat Gülsoy’a yolladım. Onun değerli kitabını, “Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık”ı henüz okumuştum. Bu kitap, beni edebiyatla “zehirleyen” bir başucu kitabımdır! Gelecek cevabı beklerkenki halimi anlatamam. Ama iyi ya da kötü, her tür eleştiriye hazırdım. Başkalarının, ki burada edebi bir ustadan söz ediyoruz, düşünce ve eleştirileri, hatta tepkileri, bize kim olduğumuzu nerede durduğumuzu gösterir, öyle ya! Risk almalı, sunmalı, sabır ve emekle ürettiğiniz eserin her tür kritiğine açık ve hazır olmalısınız. Sevgili Murat Gülsoy’un cesaret aşılayan, yazmaya yönlendiren, ufuk açıp yol gösteren eleştiri ve önerilerini aldığımda yaşadığım mutluluğun tarifi zor. Sağ olsun; ilk kitabımın da böylece “isim babası” oldu.

Ve sonrası…

Sonrası büyülü bir yolculuk! Yazdığım öyküler sayesinde kanatlanıyor, yıllardır büyük ölçüde düşte görüp yaşadığım özgürlüğü bu kez bizzat deneyimliyorum. Ne iyi ki, edebiyat, okumak ve yazmak, mahkûmiyete dair somut/soyut tüm sınırları yok ediyor. Duvarın öte yanına geçebiliyorsunuz. Ve hayat, iyi-kötü her yönüyle sizi sarıp sarmalıyor. Yaratıcılığınızı tetikleyen “sınırlarınız”, edebiyatla birlikte hem esirliğiniz, hem hürriyetiniz oluyor. Zira koşullarınız, kendinizi yönlendirdiğiniz her vakit, sizi âlemden âleme sürüklüyor. Gerçeğinizi düşe, düşü gerçeğinize taşıyorsunuz.

Tam bu noktada şunu sorsam; öykülerinizin kaynağı nedir? Öykü ya da romana dair fikirleriniz nasıl doğup şekilleniyor? Özetle, nasıl yaşıyorsunuz?

İçerinin yalnızlığa pek de fırsat verdiğini söyleyemem. Ancak buna rağmen, bir biçimde yalnız kalmayı beceriyor ve yalnızlığımı kalemimle, kâğıdımla buluşturuyorum. O anlarda, benden daha mutlu kimse olamaz! Okurken, izlerken, başkalarıyla söyleşirken, belki de en önemlisi gözler, dinler, anlamaya çalışırken aklıma düşenleri hiç aksatmaz, hemen not alırım. Bu bir anla da ilgili olabilir bir durumla da, hiç fark etmez. Bazen sadece bir sözcük açar öykünün kapısını. Bir cümle, bir ses, bir koku, bir görüntü ya da görünüm, bir de bakarsınız, koca bir öykünün anahtarı olmuş. Ertelemez; kargacık burgacık olsa da, o an nasıl hissetmiş, duyup görmüşsem öyle, yazarım. Siz buna, H. S. Becker gibi “konuşma öksürükleri” de diyebilirsiniz…

İlk notlar, otaya çıkan ilk taslak ve sanırım ilk heyecanlı okuma. Ben, bu ilk birkaç basamağın bana bir labirenti, o labirentin gizemli alacasını hatırlattığını söyleyebilirim. Her ne kadar yazar, metnine hakimmiş gibi görünse de… Öyle değil mi?

Bu çok doğru! Kimin sözüydü hatırlamıyorum, ama tam da söylediğiniz şeyi bütünleyecek bir cümle var aklımda: “Yazmak, insanın gönüllü bir şekilde başladığı gibi bitmeyeceğini bildiği bir iç kazıdır!” Sezgileriniz, keşfettikleriniz, önemsediğiniz ya da tam tersi es geçtikleriniz; her şey ama her şey; bir nevi sukün eder. Kâğıtlarınıza, kâğıtlarınızdaki sözcük labirentine bakakalırsınız.

Bu, bakakalma hali, acaba çok mu sürer?!

Bizzat kendinizin inşa ettiği “sözcük labirenti”nden ürkmez ve cesur davranıp yola çıkarsanız; hayır! Cesur davranmaktan kastım, yazıdaki kimi gereksiz, anlamsız “işgalcileri” bulup temizlemek. Misâl, sesli ya da sessiz okuduğunuzda kakafoni yaratan sözcükleri ayıklarsınız. Metni, varsa eğer, tekrarlı anlatılardan kurtarırsınız. Çalakalem yazarken kurduğunuz bir cümle ya da paragrafa bu kez, aynı şeyi acaba daha az sözcükle anlatabilir miyim, diye bakarsınız. Bazen anlattığınız anın, durum ya da olayın duygusu, sizi uzun cümleler kurmaya iter. Hatta buna yönlendirir. Kaçamazsınız. Yakıştığı olur, bozmazsınız; ama değilse bozar, yeniden ve yeniden yazarsınız.

Yani bir “dil işçisi” olunmalı, diyorsunuz…

Güzel söylediniz; bir “dil işçisi” olunmalı. Zira ancak bu şekilde cümlelerinize hem sözdizimi hem noktalama işaretleri yönüyle bakabilir, gerekirse düzeltebilirsiniz. Böylece ortaya akıcı, sizi ritmiyle saran metniniz ve onun güçlü sesi çıkar. Öykü, olmaya başlamıştır artık. Velhasıl, ustaların dediği gibi; “yazan insan”, elinde bulunan “dil büyütecini” iyi kullanmalıdır. Yalınlık sağladığı gibi, anlaşılırlığı da kolaylaştırır.

Aslında bir an önce yeni kitabınıza, “Başka Türlüsü”ne gelmek, onun hakkında konuşmak istiyorum. Ancak yazmakla ilgili bu söyleşi de, doğrusu keyif verici. İzninizle Gabriel García Márquez’in bir anektodunu paylaşmak ve oradan yola çıkarak size bir soru sormak istiyorum. Márquez diyor ki: “O kadar acemiydim ki, romanların- biz buna öyküyü de ekleyelim- yazarın istediği gibi değil de, kendi istedikleri gibi başladıklarını bilmiyordum!” Bu durum, öykü ya da romanın, salt başlangıcı için mi geçerlidir? Yoksa…

Márquez’in “acemiliğim” diyerek büyük bir mütevazılıkla altını çizdiği şey, öykü ya da romanın salt başlangıcı için değil, esasında bütünü için geçerlidir, diyebilirim. Eşik ve ilk paragrafınız, metnin belki de en önemli kısmıdır. Zira öykü ya da romanın ana hatlarını orada serimlersiniz bir nevi. Elbette öykü ya da romanı bütüncül bir eser haline getiren şey kurgusudur, örgüsüdür, karakter inşasıdır, hatta bizzat hikâyenin kendisi ve katmanlarıdır. Ama yazarken kaleminiz, hatta kimi zaman karakterleriniz sizi alıp başka yer ya da yerlere götürebilir. Başka bir boyuta… Siz dil işçiliğinizle özgün anlatı tarzınızı ortaya koyarsınız, fakat anlatınızın taşları, yazma yolculuğunuz boyunca, başlangıçta planladığınızdan farklı döşenebilir.

Düşünün; anın içinden göz kırpan bir söz yakaladınız. Bir kapı, ufacık bir ima, farkına vardığınız bir tavır, bir duruş ya da bir davranış… Sırf buradan yola çıktınız ve öykünüzün fitili ateşlendi. Galiba E. Kandel’di; “yaratıcılılık anı”nı “A-ha anı” olarak tanımlar. Yani keşfin yapıldığı, “yazan insan”ın kendisini aydınlanmış hissettiği an: “A-ha!” Biliyor musunuz, bu an hem keyif vericidir hem de kaygı verici! Çünkü yeni bir yolculuğun biletini kesiyorsun. Sonra yazma yolculuğun süresince bir de bakıyorsun ki, başta kurduğunla çelişip çatışıyorsun. Korkmadan, belki de en başa dönerek yeniden yazmak zorunda kalabilirsin. Yorucu mu? Elbette, evet! Hem de çok. Ama bize bir gerçeği hatırlatan Ferit Edgü’ye kulak verelim. Ne diyordu: “Ah, belâlı bir uğraştır yazmak!”

Ben de Eduardo Galeano’nun bir sözüyle katılayım size: “Yazmak yorar insanı, ama teselli de eder!”

Çok şeyi özetliyor bu söz. Onca uğraşın ardından, bu kez yazdığınız metnin “epifanisi”ne geliyorsunuz. Yani James joyce’un “karakutu” suna. Onu arar ve bulup çıkarırsanız, “oh!” dersiniz. Zira öykünüz inşa olmuştur. Bakarsınız ki, hikâyeniz şarkı haline gelmiş. Sizin şarkınız. Keyifle okur, keyifle söylersiniz.

2018’den bugüne geçen dört yıla dört kitap sığdırdınız. Kaleminiz, kullandığınız dil ve kimi biçimsel denemeleriniz, edebi anlamda niteliksel bir dönüşüm içinde olduğunuzu gösteriyor. Bunu sağlayan çok okumak mıdır, yoksa çok yazmak mı?

“Yazan insan” için her ikisi de önemli, bana kalırsa. Borges’in bir cümlesine atıf yapacağım. Diyor ki, “Başkaları yazdıkları sayfalarla böbürlensin, ben okuduklarımla gururlanıyorum.” Borges’nin derin mütevazılığının altını çizdikten sonra, sanırım şunu söylemeliyim: Okumak, zamanla insana hem birikim kazandırıyor, hem de bu sayede farklı yazarların farklı yazma biçimlerini görüp deneyimliyorsun. Misal, okurken, yazarın yerine koyuyorsun kendini. Kurguya, akışa, örgüye, katmanlara, sözdizimine, cümle ve paragraflara, bunların inşa biçimlerine ve aralarındaki köprülere… dikkat kesiliyorsun. Edebi ufkun açılıyor.

Peki, tam bu noktada, hangi yazarları okursunuz: edebi dünyanızın oluşumunda hangi yazarların etkisi, katkısı var, desem…

Başta da belirttiğim gibi, “Büyübozumu” kitabıyla beni edebiyatla “zehirleyen”, cesaret veren Murat Gülsoy’un her kitabını özellikle okur; dersmiş, bir atölye çalışmasıymış gibi, kendimce etüt ederim. Meselâ, yayımlanan son kitabı, “Belirsiz bir Ânın Kıyısında”, özellikle yaratıcı, özgün, şaşırtıcı kurgu/ örgü teknikleri yönüyle çok değerli. Leyla Erbil, Sevim Burak, meselâ hem dert edinip hikâyelendirdikleri konular açısından, hem de verili kurallı, dolayısıyla sınırlı dilimizi bilerek “yoldan çıkarma” girişimleri ve cesaretleriyle çok önemsediğim yazarlar. Onat Kutlar’ın “İshak”ı, Vüs’at O. Bener’in “Dost, Yaşamasız”ı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebiyatla psikanalizi buluşturan başyapıtı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabı, Reşat Nuri’nin “Miskinler Tekkesi”… Bu listeyi çokça uzatabilirim. Elbette yabancı yazarları da unutmamalı. Zweig, Dostoyevski, Tolstoy, Edgar Alan Poe, Vargas, Virginia Woolf, Raymond Carver, Thomas Bernhard, Pessoa, Salinger ve daha birçokları…

Margaret Atwood geldi aklıma. Der ki, “Eğer bir yazar olmak istiyorsan, her şeyden çok şu iki şeyi yapman gerekiyor: Eline ne geçerse oku. İyi kötü, adi, ucuz, basit, ağır, hafif… Ne bulursan oku ve gözlemle…” Ne dersiniz?

Çok yerinde sözler. Çünkü ne kadar çok okursanız, o kadar çok yazarsınız. Bu kesin! Ve ne kadar çok yazarsanız, yazmak sizin için o denli kolaylaşır.

Öykülerinizde ele aldığınız temanın ağırlıklı olarak “öteki”, “ötekilik” olduğu görülüyor. Bilinçli bir yönelim, edebi anlamda bir seçim midir? Son kitabınızda konu edindiğiniz kadın ve kadına yönelik şiddet, bireysel ve kurumsal açıdan, sanırım en bariz, en başat ötekileştirme meselesidir. Hele ki, bizim ülkemizde…

A. Zambra’nın bir sözüyle başlamak isterim. Diyor ki, “Bütün kitaplar, huzursuzluğun kitaplarıdır!” Dert edindiğim, bana büyük mü büyük huzursuzluklar yaşatan ve yazmaya yönlendiren önemli bir olgudur ötekilik / ötekileştirme… Yapmaya çalıştığım başka türlü ele almayı, başka türlü bakabilmeyi, başka türlü görüp / duyup / dinleyip anlamayı becerebilmek. Sadece bir türlü bakmayalım; bakılmasın… Ve sadece bir türlü görüp anlamayalım! En büyük derdim bu! Zaten derdin varsa yazıyorsun. J. Rancière’ni hatırlayalım. Şöyle diyordu: “Edebiyat, dil dışında kalmışlara nasıl bir ses ve yazı sunabilir; hatta zaman dışı kalmışlara -belki de bizzat böyle bırakılmışlara- nasıl zaman sağlayabilir?”

“Dil dışında kalmışlar”, “Zaman dışı bırakılmışlar” ifadeleri çok çarpıcı ve “edebiyat nasıl ele alınmalıdır?” meselesine de yanıt gibi…

Haklısınız. Edebiyat sayesinde sunulan dil ve ses ile insanlar / karakterler bizzat hayatın ve dolayısıyla zamanın asli unsuru haline gelirler. Buna dönüşürler. Kıyıda köşede bırakılanlar; bilerek, bilinçli bir şekilde unutulanlar; dışlanıp ötekileştirilenler; dahası bu yolla görünmez kılınanlar; hiç yokmuş gibi davranılanlar; -bunu daha çoğaltabilirim!- ; ne iyidir ki, edebiyat sayesinde ete kemiğe bürünürler. Dahası adeta gerçek olurlar.

Edebiyat da zaten bu yüzden hayattır, öyle değil mi?

Kesinlikle. Bize yazmayı öğretendir hayat! Hem dayattıkları, hem de sunduklarıyla bizi çevreleyen dünya…

Yeni öykü kitabınızın ik sayfalarında okura sesleniyor; “Başka Türlüsü” adlı çalışmanızı yazmaya iten nedenleri sıralıyorsunuz. Hikâyenizin kahramanı Miray, Pınar Gültekin cinayetinin ardından yaşadığınız duygu ve düşünce dolu bir gecenizde gelip öykü kapınızı aralıyor. “Yaz!” diyor size; “…anlat! Anlat ki, gerçeğimiz gölgede kalmasın… Üstü karartılıp unutulmasın… Belki bu sayede şimdimiz ışık alır, yarınımız değişir…” Yazının büyüsü değiştirir diyorsunuz…

Kuşkusuz. Zira ete kemiğe bürünen hikâyelerimiz yoluyla görünür kıldığımız gerçekler, okurda -öyle veya böyle, ama mutlaka- karşılık bulur. Edebiyat kadar etkili, sarsıcı bir başka empati yolu var mıdır, bilmem! Ötekini tanıyıp görmek, anlayarak derdini dert edinmek, dahası çözümü için sorumluluk hissetmek ve daha çokçası, sanırım daha çok edebiyatla mümkün. Zira edebiyatla felsefe, edebiyatla sosyoloji, edebiyatla psikanaliz ve elbette daha birçok farklı disiplin arasında bağ var. Zaten hayatı edebiyata, edebiyatı hayata taşıyan da bu! Mevcut gerçeklerden yola çıkarak oluşturduğumuz düş dünyası, başkalaşarak hayata yansıyor ve bunun peşi sıra düş dünyanız, edebiyat eliyle gerisingeri işe koyulup gerçeğini değiştiriyor.

Kitabınızı “Yeniden başlama cesareti gösteren kadınlara” ithaf etmişsiniz. Yeniden başlama cesaretinin altını neden özellikle çizdiğinizi sorsam…

Kadın ve kadına yönelen şiddeti, hikâyenin kahramanı Miray özelinde kurarken, hayatın içinde bir kadını çevreleyen, kuşatıp hapsederek soluğunu kesen, onu zamansız, dolayısıyla yaşamasız bırakan öyle çok şey geldi ki aklıma. Meselenin toplumsal bir olgu olduğu açık. Bireysel olandan toplumsal olana, Besim Can Hoca’mın ifadesiyle, “şiddetin sosyolojik inşası”nı kendimce resmettiğimde bir an durdum. Yazdığım öykü, bir tür 3.sayfa haberi kıvamında mı olacak; yoksa bir kadın özelinden yola çıkarak tüm kadınlara ve herkese şunu mu söyleyeceğim: “Bu yaşananlar ve bize son diye dayatılanlar asla kaderimiz değildir. Başka türlüsü de mümkün! Toplumsal çitleri elbette aşabilir, daha güzel bir hayata başlayabiliriz!” Dikkat edin, kitabın son sayfalarında, bu yüzden, Cesare Pavese’nin bir sözü bulunmaktadır: “Yaşamak güzel; çünkü yaşamak başlamaktır: her zaman, her an!”

“Başka Türlüsü”, Yalçın Hafçı’nın “Özsöz”de belirttiği gibi; “kesinlikle rahatsız edici!” Sarsmak, uykusundan uyandırmak, görmediklerini yüzlerine çarpmak istedikleriniz mi var?

Elbette. Zira öyle bir hale geldi, getirildi ki, tıpkı şu Korona musibeti tarzında yaygın, viral bir salgına dönüştü kayıtsızlık, kaygısızlık, her şeye rağmen rahatlık. Daha yeni oldu, hatırlayın lütfen, Hatay’da 17 yaşındaki bir genç kadın, bir erkek tarafından satırla kovalanıyordu. Genç kadın bir sokakta sıkıştı kaldı. Tam da orada, kaldırımda 4-5 kişi var; tavla oynuyorlar. Genç kadın, yardım ederler diye aralarına girdi ve ne oldu dersiniz? Biri koşarak kaçtı. İkisi tavla oynamaya devam etti. Diğer biriyse başını farklı bir yöne çevirdi. Benzer tabloları, memleketin farklı yerlerinde, farklı biçimlerde görmek olası. Nitekim öykümde de var. “Seyredengiller”, cereyan eden olayı “reality show”a çeviren, hatta şiddet pornoğrafisinden haz duyanlar… Bu hastalıklı, marazlı, illete dönüşerek hayatımıza yapışık kalmış farklı insanlık hallerini resmetmeye çalıştım. Yüzümüz kızarsın istedim. Olur da gerçeklerimizle yüzleşebilelim, aşabilelim diye… Belki mütevazi bir katkısı olur diyerek…

“Başka Türlüsü” kitabınızda, öncekilerden farklı bir şey var! Kitap, toplamda 29 bölümden oluşuyor ve bölümlerden her biri, bir illüstrasyonla açılıyor ya da kapanıyor. Film gibi akan metninizi görsel manada tamamlayan bu çarpıcı çizimler için neler söylerdiniz?

Her şeyden önce sevgli EKBO’ya, Ekrem Borazan’a teşekkür etmeliyim. Çünkü ortaya çıkardığım metnin sesini çok güzel duydu. Her bölüme, bölümde dile getirilen duyguya, atmosfere yakışan çizimler hazırladı. Bu konuda güzel geri dönüşler aldım, alıyorum. Sanırım sonraki çalışmalarmda da EKBO yer alacak ve kitaplarıma farklı boyutlar katmayı sürdürecek.

Peki şu anda neler yapıyorsunuz, ne gibi projeleriniz var?

Ondan önce izninizle, “Başka Türlüsü”nü ete kemiğe büründürürken katkı sunan, eleştiren, destek olan, öneri getiren herkese teşekkür etmek isterim. Murat Gülsoy’a, Besim Can Zırh’a, Üzeyri Kılıç’a, Latif Tiftikçi’ye, EKBO’ya ve elbette aileme… Onlarsız olur muydu, bilmem! Sorunuza gelirsem; elimde iki çalışma var, diyebilirim. Biri önümüzdeki yıl yayımlanması düşünülen bir roman. Neredeyse bitti. Diğeriyse tematik olarak iki ayrı kanaldan ilerleyen, iki farklı öykü dosyası.

Acaba en son neler okudunuz, diye sorsam…

Cortázar’ın “Edebiyat Dersleri”, J. Rancière’nin “Kurmacanın Kıyıları”, Thomas Bernhard’ın “Sarsıntı” sı. Mehmet Seyda’nın “Edebiyat Dostları”, Peride Celal’in “Mektup’u”, Selim İleri’nin “Yaşadınız Öldünüz Bir Anlamı Olmalı Bunun” u. H. C. Moya’nın “Tiksinti”si, jack Kerouac’ın “Paris’te Satori” si, Faruk Duman’ın “Baykuş Virane Sever’i”,  Leyla Erbil’in “Zihin Kuşları” ve Murat Gülsoy’un “Belirsiz Bir Ânın Kıyısında”sı… Liste öyle uzar ki burada durayım.

2019’da “Ümit Kaftancıoğlu Öykü Armağanı”nı kazandınız ve ardından “2021-Yılın Yazarı Gülten Akın’a Mektup Ödülü Yarışması”nda mansiyon aldınız. Sizi kutlarım. Neler hissettiğinizi sorsam…

Her iki değerli isim adına düzenlenmiş bu tür bir etkinlikten ödül almaktan büyük gurur duyuyorum. Bu durum hem edebi heyecanımı, motivasyonumu artırıyor hem de kendimi eskiye oranla daha fazla sorumlu hissediyorum. Çalışıp üretmeye, anlayacağınız okuryazarlığa devam…

Hem kitaplarınız ve edebi dünyanız hem de edebiyat üzerine güzel bir söyleşi oldu. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Teşekkürü ben etmeliyim, zira yarattığınız söyleşi fırsatı ile bana açtığınız pencere o kadar değerli ki! Sağolunuz! 

Metin Turan hakkında

1967 yılında Samsun’da doğan Metin Turan ilk, orta ve lise öğrenimini Samsun’da tamamladı. 1990 yılında onur öğrencisi olarak bitirdiği ODTÜ-İktisat Bölümün’de aynı yıl yüksek lisans eğitimine başladı. Bu sırada grup müziği, halk dansları, halk bilim araştırmaları gibi uğraşları oldu. Politik nedenlerle geçirdiği soruşturmalar ile aldığı cezalar sebebiyle yüksek lisansını bırakmak zorunda kaldı. 22 yıldır hapishanededir. Malûm zamanların malûm hoyratlığına maruz kalmış, “hayata döndürülenler”den olmuş, bu nedenle görme yetisini büyük oranda kaybetmiştir. Kâğıda olduğu gibi kitaba da öpercesine yaklaşarak yazan, okuyan Metin Turan, 2019’da Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. 2017 yılında çocuk öykü kitapları çıkan, öyküleri Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi ile Yeni e, ODTÜ’lüler Bülteni gibi dergilerde yayımlanan yazar, ‘içeri’den yazdığı öykülerinde, farklı biçimlerde kıstırılmış insanların hikâyelerine yer vermektedir.

İlk öykü kitabı “Siyah Gökkuşağı” Favori Yayınları’nca 2018 yılında basıldı. İlk romanı “Her İnsan Bir Zamandır” ise 2019 yılında… Aynı yıl “Öbürkü” adlı öyküsüyle katıldığı “2019-Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda birinci oldu. Ödüllü öyküsünü de içeren kitabı “Ama Bir Gün Bir Şey Olur”, 2020 yılında yayımlandı. Edebiyatın aynası ve ışığı sayesinde özgür nefesler alabilen yazarın “Keşfetmenin Güzelliği” adlı çocuk öykü kitapları da yine bu yıl basıldı. Nilüfer Belediyesi’nce düzenlenen 2021-Yılın Yazarı: GültenAkın’a Mektup Ödülü’ne katılarak Mansiyon aldı. 2021 yılı sonbaharında yayımlanan tek öykülük kitabı “Başka Türlüsü” kısa sürede büyük beğeni aldı.

Yazarın yapıtları:Siyah Gökkuşağı (Öykü, 1.Basım 2018, 2.Basım 2020), Her İnsan Bir Zamandır(Roman, 2019), Ama Bir Gün Bir Şey Olur (Öykü, 2020), Başka Türlüsü (Öykü, 2021).

SON YAZILAR

Dimitris Sotakis: “Kurgu söylemek istediklerimi söylemek için bir anahtar”

Dimitris Sotakis’ten ilk olarak Büyük Hizmetkar romanını okudum. Yarattığı heyecanla hemen diğer kitaplarına yöneldim. Bu arada arkadaşlarım da kitaplarını okumaya başladı. Yazı dili, anlatımı, romanlarına...

Your Stage + Art: Müziğin evrenselliğini kutlayan bir sahne

Bugün paylaşımcılığın ve özgürleşmenin buluştuğu ortak noktadan, müzikten konuşacağız. Your Stage + Art, müziğin insanları bir araya getirme gücüne inanan, müzisyenlere eşit ve özgür şartlar altında müzikseverlerle buluşma imkânı sunmaya çalışan bir oluşum. Sanatla ilgilenen herkesin yeteneklerini...

Dünyanın Öteki Yüzü: Genç yazardan alışılmışın dışında hayaller kur(dur)an öyküler

EdebiyatHaber’de gerçekleştirdiği Yazarın Odası söyleşileriyle tanıdığımız Meltem Dağcı’nın ilk öykü kitabı Dünyanın Öteki Yüzü, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Yetmiş yaşına geldiğinde ölüm şeklini seçme özgürlüğüne kavuşan kadınlar,...

Belgeselci Ben Fogle ile vahşi yaşam ve belgesel serisi üzerine söyleşi

Adını ilk kez Castaway isimli televizyon programında duyuran ve şu anda Vahşi Yaşama Dönüş (Return to the Wild) adlı programı sunan Ben Fogle, dünyanın dört...
Gamzegül Kızılcık
Gamzegül Kızılcık
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Kadın hakları mücadelesi, çocuk hakları ve LGBTİ hakları konularına ilgili. Doğal hayatın korunması konusuna meyledişi ve Gaia Dergi ile yollarının kesişimi sonucunda da; direnişçi bir kadın, gazeteci.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol