Ne zaman olduğunu anlamadan oyun parklarından, bahçelerden veya sokak aralarından koparılıp, “kariyer” yapacağımız ofislere konuveriyoruz.
Ağaç altı gölgesinde piknik hayalleri kurarken, “kişisel gelişim” göstermemiz ve “performansımızı” artırmamız bekleniyor. Peki nerede bunu yapacağız? Genelde penceresiz ve “cubicle” ile dolu havasız ofislerde. Cubicle kelimesinin terimsel Türkçe karşılığı var mı bilmiyorum, fakat hücre, küçük oda, bölme, odacık gibi anlamları var. Ofis masalarını birbirinden masalarla ayırıp, kare veya dikdörtgen alanlar oluşturunca bunlar cubicle oluyor.
İşin derinlerine inildiğinde kendimize küp gibi evler ve ofisler inşa etmemizin sebepleri evrimsel psikolojiye kadar gidiyor. Bilim insanlarına göre, tam olarak nedenini bilmeden kendimizi daha güvende hissetmemizi sağladığını öne sürüyorlar. Birçoğumuzun korumalı odacıklardan dış dünyaya, açık alanlara parklara ve benzeri yerlere bakmayı sevdiğimizi ve bunun atalarımızın hayatta kalma davranışlarından bize yadigâr kaldığını söylüyorlar. Açık alanlara yakınlık da aynı zamanda bir hayatta kalma garanticisi olabilir, çünkü diğer insanlara, su ve yiyeceğe ulaşımı kolaylaştırabilir.
Ofis ortamı ile ne alakası var? Yaşayanlar bilir (kendim dâhil), 30- 40 kişi penceresiz ve yapay ışıklandırılan bir ofiste kendi küplerinde çalışmaya çalışır. Zamanla içi sıkılmaya ve uykusu gelmeye başlar bu insanların, yerinde oturamaz, dışarı çıkmak ister. Hatta dışarıda olan biten şeylerden bihaber tüm gününü geçirdiği olur. Ama bilimsel çalışmalara göre, cam kenarında ofis odacığı olan çalışanlar işlerine daha fazla ilgi gösteriyor ve işinden daha çok tatmin oluyor.
Uzmanlar doğal güneş ışığı almanın önemini vurguluyorlar. Çünkü gün ışığı, 24 saatlik döngüyü düzenleyerek, metabolizmamızın düzgün çalışmasına katkıda bulunuyor. Uzun süre güneş ışığı alamadığımızda, serotonin ve melatonin hormonlarında dengesizlik, uyku problemleri ve bağışıklık sisteminde bozukluklar ortaya çıkabiliyor.
Fiziksel etkilerin yanında tabii ki psikolojik etkilerden bahsetmezsek olmaz. Daha “doğal” ortamlar bilişsel olarak daha güçlü olmamıza yardımcı oluyor. “Akli enerji” sağlayan daha doğal ortamlar, ruhsal olarak rahatlamamıza ve yaratıcı olmamıza yardımcı oluyor. Bunu sağlayan sadece gün ışığı değil, ofis içinde büyütülen bitki ve çiçeklerin de çalışanların iyi ve sağlıklı hissetmesinde büyük etkisi var. Ayrıca çalışanlar bu sayede daha uzun süreler boyunca dikkatlerini toplayıp odaklanabiliyorlar. Hatta, doğal olmasa da, ofislere manzara resimleri koymak bile bizi güvende hissettirerek yaratıcılığımızı artırabiliyor.
Bir başka çalışmanın bulgularına göre, görsel uyaranların yanında işitsel uyaranlar da etkili. Doğa sesleri (akan bir su sesi gibi) dinleyen çalışanların hem daha üretken oldukları hem de doğa seslerini dinlemeyenlere göre duygu durumlarının daha iyi olduğu bulunmuş.
Doğallıktan bu kadar uzak mekanlarda performans göstermemiz beklenirken, yorgunluk, bıkkınlık ve mutsuzluk hissetmemiz kadar normal bir durum yoktur diye düşünüyorum. Psikolojik sorunların ve duygu durumu dengeleyici ilaç kullanımının artmış olması da çok şaşırtıcı değil. Evrimsel psikoloji aslında doğru bir noktaya parmak basıyor bu çalışmalar ile. Nereden geldiğimizi ve kim olduğumuzu unuttuğumuz anda doğa bize onu elbet hatırlatır, gerek kendi akli dengesizliklerimiz ile gerek fiziksel bozukluklarımız ile.
Yazımı bu konuyla ilgili olacağını düşündüğüm, ofis hayatının sıkıcı ortamını ve huzura özlemi çok güzel anlatan bir şarkı ile noktalıyorum:
Kaynak: Psypost, Psychology Today