“Zulüm gören kadınlara…” diye başlar Reha Çamuroğlu, korkakların hikâyesi ”Nazar”ın ilk sayfasında. Evvel zaman içinde, içsel güçlerinin farkındalığında cesur kadınlardan korkan o erkeklerin bir karanlık Avrupası varmış. Başka diyarlarda, “Hemşirelik yapanınızı, ebelik edeninizi, aşçılık gibi; şifalı bitkiler, karışımlar ve sıvılar ile uğraşanınızı yakarız” devri hüküm sürerken doğaya dokunan, dokunduğuyla yaşatan, güç bela da yaşamaya çalışan kadınlar tarihteki ataerkiden nasibini almışlarmış.
Toplumdaki ahlaki normların çiğnenmesi bir kadının lanetlenmesi için yeterli değil midir? Babadan oğula tatlıcılardaki bıyıklı adam resminin altında yazarcasına; Orta Çağ’dan milenyuma. Kadınların evlilik dışı birliktelikleri, dul yaşantıları yahut “elde edilmeyişleri” cadı olmaları için olmazsa olmaz kriterler tabii ki. İthamcılar çetesi cinsiyetçi tahammülsüzlüklerinden ne yapacaklarını şaşırmış olacaklar ki “cadı avı” utancı gerçeğinden haberdarız.
Cadı avlarının ilk olarak 15’nci yüzyılda Fransa’nın güneyinde, Almanya’da, İsviçre ve İtalya’da başladığı kabul edilir. Avrupa köylülerinin en çok güçlendiği ve kadınların “şifacılık, ebelik” altında tıpta ve bilimde adımlar atmaya başladığı dönemde varlığını gösteren cadı avları; devletin, soyluların ve bu yükselişin ürküttüğü erkeklerin giderek artan saldırgan tutumunun meyvesidir.
Kelime dağarcıklarımız sıfırlansın, tüm ön bilgilerimiz, imgelerimiz silinsin. “Kadın” ve “doğa” ikilisinden güzellikten başka ne doğabilir? Hadi buna cadı diyelim. “Üst tarafları kadındır onların ama alt tarafları hayvandır; bellerinden yukarısı tanrılarındır ama aşağısı şeytanın malıdır… Cehennem, zulmet, kükürt kuyuları, alev alev ateşler, kaynar sular, pis kokular hep, hep oradadır…” cümleleri ile betimlenen bu cadılar! Üstelik Shakespeare’in Kral Lear adlı oyunundan. Otların sesini duyan, sancılar ile kıvranan kadınların tesellisi olan, doğumun o satenli silik rengini var eden, pişiren, doyuran, şifa veren kadınlardan bu denli kine bulanmış sözler ile bahsetmek elbette ki nankörlükte kavrulmuş erilliğe aittir.
Cadıların geçmişi, insanlığın karşılaştığı felaketlerle ve hastalıklarla ilgilenmeye ilk başladığı zamanlara dayanır. Bazı araştırmalara göre cadı kavramı eski “tanrıça kültüründen” gelmiştir. Tarih boyunca dünyanın her yerinde kadınlara tapılırken, Ortadoğu’da en güçlü ayinler kadınlar tarafından yapılmıştı. Onlar, tanrıçalara hizmet eden kadınlarken, ilahi gücü paylaşmak istemeyen erkek cadıların kutsal varoluşlarına leke sürmekle yetinmeyip sonlarını da hazırlamıştır.
İşte, dünya ile olan kutsal bağ, kadın vücuduna yüklenmiş iken bu bilge kadınlar, bir gün geliyor ve yakalatılmak için verilen emirlere nesne oluyor.
1486’da cadıların belirlenmesi ve yok edilmesi görevinde cadı avcılarına yardımcı olması amacı ile “Mallevs Maleficarvm (Cadı Baltası)” adlı bir kitap çıkarıldı. Almanya’daki Dominikan mezhebinden Jacop Sprenger ve Heinrich Kramer iki keşişin yazdığı kadın katli rehberine göre kadınlar cinsel açıdan zayıflıklara sahipti ve şeytanın onu kandırması kolay oluyordu. “Bütün cadılar, kadınların içerisinde bulunduğu cinsel doyumsuzluğa ve arzuya sahiptir” cümlesi Mallevs Maleficarvm’da yer alır. Jacob Sprenger ve Heinrich Kramer bu kitapla, büyü ve kadın bedeni arasında kurduğu zayıf, mantık dışı ve tamamen kendi şehvetinden kaynaklanan ilişki ile bir ilk olmuşlardır. İncil’den sonra en çok okunması ise yatıştırılmış gibi duran, ama asla yatışmayan erkek şiddeti için bir cevher olduğunu kanıtlar nitelikte.
Kaynağını derin bir korku ve nefretten alan engizisyonun vahşice süren soruşturmasında, cadılık ile suçlanan (cadı olduğuna dair hiç bir kanıt gerekmeksizin, sadece suçlama ile) kadın çırılçıplak soyuluyor, tüm vücudu dokunularak inceleniyor, bakire olup olmadığı öğrenilmek için ise tecavüze uğruyordu. Kadının vücudundaki herhangi ben veya doğum lekesi onu şeytanın hizmetkarı ilan etmek için yeterliydi. Uygulanan işkencelerden kesinlikle bahsetmek istemiyorum; fakat üç aşama sonunda (sağ kurtulabilirse), daha fazla acı çekmemek için tüm suçlamaları kabul etmek zorunda kalıyorlardı cadılar.
Cadı avını sadece büyücülükle bağlantılı kalmayan, kadınlara yönelik bir katliam olarak ele almamız yanlış olmaz. Hristiyanlıkta ilk günahın sahibi lanetli kadın, bunun kefaretini hep ödemek zorundadır. Tarihe şahitliğimizi yaptıktan sonra açıkça görüyoruz ki, kadın bu günahından ne zaman sıyrılacak veya başka bir sıfatla anılacak olsa, zedelenen şişkin erkek egolarınca can bulan korkunç vahşetlere kurban oluyor.
Kent meydanlarındaki o kocaman ateşten çıkan erkek günahının tüm şehri saran dumanı, göğe yükselen binlerce kadın ruhuyla örtülemeyecek kadar çoktu işte o zamanlar. Ya şimdi? Tatmadık mı bilmem kaçıncı kez erkek şiddetini, daha az önce, şehrin bir köşesinde? Hissetmedik mi 1976’da küçük bir Alman köyünde, fakir ve hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın olan Elizabeth Hanh’ın komşuları tarafından evinde köpek kılığındaki şeytanları beslemekle suçlanması üzerine, dövülerek öldürülmesindeki acıyı? Yanmadık mı daha dün Özgecan ile?
Orta Çağ’dan ileriye, kaç adım atmış erkek? Düşündürücü.
Bir de!
“Bazen çocuklu kadınların kocalarına, erkekler çocuklarını öldürmesin diye katlanıp, hizmet edip, türlü cilve yaptıklarını düşünüyorum. Üstelik buna kocaları da dahil. Yani katil adaylarına.” -Nazar/5
Bir de “Nazar” var. Yazının başında bahsi geçen etkileyici kitap. Onu samimice önermeliyim herkese! Nazar, kendini ”Tanrı baba” yerine, ”Doğa Ana”ya adayan şifalı şifacı, ebe ve dul Margarita’nın, kilise tarafından canice yargılanışını ve tanıklığımızdan utanacağımız Orta Çağ Avrupasını anlatmakta. Bedia Ceylan Güzelce’nin kaleminden, cadı olmakla suçlanan ve diri diri yakılan bir kadının “ilahi adalet” ile son bulan hikâyesi.
“-…Ruhunu ne zaman ona teslim ettin? Bunların en büyüğü ne? Adını da söyleyeyim, Satan’ın dinine ne zaman geçtin?
Sizin dininiz beni ve benim gibileri terk ettiğinde. Benim gibi yoksul ve yalnız kadınlar üzerinde tepinmeye başladığınızda. Dünyayı acı vererek yönetmeye başladığınızda.”
Dünyanın cesur cadılarına ve bütün kadınlarına;
Yardımcı Kaynak: History, Wikipedi