Siz tükettiğiniz bir bifteğin, bir piliçin ya da kaz ciğerinin “lezzet” olarak tanımladığınız etin, bir hayvanın bedenine binlerce işkence, tecavüz uygulanarak sofranıza geldiğini hiç sorguladınız mı? Ya da hayvanlar üzerinde yapılan bu tür etik dışı muamelelerin simgeleştirilerek kadın bedeninin üzerinde de uygulandığını hiç düşündünüz mü? Hayvanların bedenini savunurken bir kadının da bedeninin özgürlüğünü savundunuz mu?
Öncelikle bu soruları sormamızın nedeni empati kurulmasını sağlamak ve bildiğimiz gerçeklerin arkasında dehşet verici anlayışların, uygulamaların “lezzet” adı altında soframıza gelen etin etik açıdan sorgulanmasını, cinsiyetçi, türcü ve karnist yaklaşımlar açısından da nasıl bir muameleye tabi tutulduğunu düşünün istiyoruz.
Burada sorgulayacağımız temel nokta, hiç kuşkusuz hem şiddet kültürü hem de hayvan bedeni üzerinden yapılan işkencelerin, tecavüzlerin, cinsiyetçi yaklaşımların ve sömürünün kadın bedeni üzerinde de gerçekleştirildiği gerçeği. Tüketim endüstrisinin “karnist” (her şey insan için var ya da yaratıldı anlayışı) anlayışa sahip olması ve bunu da gerek argümanlarıyla gerekse kullandığı medya ve reklamlarla bize sunarak tüketmemizi sağlaması.
Peki, bizler bunun ne kadar farkındayız?
Bir kadının, bir çocuğun hakkını savunurken ya da bir hayvanın hakkını savunurken bunların farkında mıydık?
Hak mücadelelerinde siz her neyi savunursanız savunun ama bir noktada her şey birbiriyle bağlantı içerisindedir. Yani bir hayvan hakları savunucusuysanız ya da bir feministseniz burada hem hayvan bedenini hem de kadın bedenini eş tutmalısınız. Çünkü içinde bulunduğumuz bu anlayış hem kadının bedenini sömürüyor hem de bir hayvanın bedenini.
Konu üzerine daha fazla derin bir sorgulama içerisine girişecek olursak bu kullandığımız bütün sorular şu anlama gelir.
Hayvanların özgürlüğünü savunurken ne kadının haklarını bu mücadeleden ayrı tutabiliriz ne de diğer canlıların haklarını savunurken bundan kopuk bir şekilde ayrı bir mücadeleye girişebiliriz. Çünkü bu hak mücadeleleri birbirlerini tamamlayan ve birbirlerini güçlendiren bağlardır. Tüketim endüstrisi tarafından bir hayvana gösterilen muamele, hayvanın bedeni üzerinden uygulanan işkenceye, tecavüze, tüketime ve sömürüye kadınlar da uğruyor. Her gün binlerce kadın toplum içinde ortaya çıkan sembollerle cinsel bir obje olarak kullanılıyor ve reklamlarla birlikte reklam sektörü ya da medya sektörü tarafından kadın bedeni üzerinden cinsiyetçi reklamlar, filmler, kadın bedenini aşağılayan afişler ve sadece cinsel obje olarak kadın bedenini tüketen anlayışlar yaygın ne yazık ki. İşte bunların hepsini düşündüğümüzde hayvanların bedeni üzerinden yapılan cinsiyetçi, karnist ve türcü yaklaşımlardan hiçbir farkı olmadığını görebiliyoruz. Aynı zamanda kadına sadece doğurganlık vasfı yükleyen bu türcü, karnist ve cinsiyetçi tüketim sistemi içinde kadının haklarını kısıtlayıcı kadını ikinci plana atan, eksik bir birey olarak tanımlayan bir anlayış yaygınlaştırılıyor.
Kadının ne giyeceğine, ne kadar çocuk yapacağına da karar veriyor bu sistem ve kadını bedeni üzerinden sorgulatmaya, muameleye tabi tutuyor. Her halükarda kadın bedeni ve hayvan bedeni sömürülüyor. Ve biz soframıza gelen eti lezzetli olarak tanımladığımızda durup defalarca düşünmeliyiz. Özellikle de reklam sektöründe tanıtılan et reklamlarında, piliç reklamlarında et hep kadın olarak sembolleştiriliyor ve erkek egemen yapıya sunuluyor; erkek egemen zihniyetin daha da güçlenmesine tekçi, baskın davranmasına neden oluyor. Bir başka anlayışta hiç kuşkusuz toplumda “etin protein ihtiyacını karşıladığı anlayışı ve et olmadan sanki insan yaşayamaz” anlayışı. Oysa buna alternatif birçok sebze, baklagil, mantar tüketilebilir. Et tüketmeyen insanlara karşı toplumun içinde olduğu anlayış “hasta muamelesi” anlayışıdır. Yani karşımızda herhangi biri “et tüketmiyorum” dediğinde hemen öne sürülen argüman “yoksa hasta mısın” deyip karşımızdaki insana acıyarak bakılması. Kuşkusuz bu anlayışta baskın olan şey toplumdaki insanların “et yemezsen hastasın” etiketini yapıştırmaları. Tüketim endüstrisi kullandığı argümanlarla da şiddet kültürünü aşılamaya bunu hem kadın bedeni üzerinden hem de et reklamları ve hayvan bedeni üzerinden meşrulaştırıyor. Hayvan kesimini normal gösterip bize bunun ardındaki gerçeği saklayarak sunduğu gibi özellikle de reklamlarda dikkat çeken bir nokta da “etiniz modern tesislerde el değmeden kesiliyor” anlayışıyla hayvan bedenine uyguladığı işkenceyi hafifletmeye çalışması. Evet hayvan bedenine ait olan ve bize lezzet olarak sunulan bu et el değmeden ama bir çok hayvanın canı acıtılarak, işkenceye, tecavüze tabi tutularak yapılıyor.
Şimdi bu durumda siz olsaydınız acaba ne hissedersiniz?
Düşünsenize, erkek bir civciv olduğunuz için tüketim endüstrisi tarafından bir torbanın içinde boğdurulduğunuzu, sütünüz için binlerce kere hiç etik olmayan muameleye tabi tutulduğunuzu ve bedeninize tecavüz edildiğini ya da canlı canlı tüyleriniz yolunduğunu, ciğerinizin zorla söküldüğünü hissetiniz mi? Ya da size ait olan kürkünüzü kanlı kanlı giyen insanlardan nasıl tiksinmediğinizi ve nasıl normal karşılayabildiğinizi hiç sorguladınız mı? Eğer hala sorgulamadıysanız gerçekle yüzleşmek istemiyorsunuz anlamına gelir bu. Bunların hiç biri normal olmayan şeyler ancak lezzet adı altında hayvanın kesim aşamasını kafamızdan sildiğimiz ve bu gerçekle yüzleşmek istemememiz bu tüketim anlayışının daha da hayvanların bedenini sömürmesine bile bile göz yummamıza neden oluyor. Bir ineği düşündüğümüzde kendi çocuğu için ürettiği sütü bir insan tarafından zorla alınması ya da şöyle söyleyelim bu muameleyi bir insan ya da bir kadın yaşasaydı ne olurdu?
İşte bu noktada hayvana yapılan muamele ve kadına yapılan muamele hep aynıdır.
Tüketim endüstrisinde etik tutum diye bir algı olmadığı gibi her şey tamamen kâra, sömürüye, türcülüğe, cinsiyetçiliğe ve şiddete dayalıdır. Yani çıkar için gidilen her yol mubahtır; bu yolda istediğiniz işkenceyi bir hayvana uygulayabilirsiniz. Reklamlarda da kadın bedeni tüketilirken bu anlayışla hareket edilir, “Daha fazla ne kadar kazanç elde ederim anlayışıyla hareket ediliyor.” Bu kaçınılmaz ve görmediğimiz ya da yüzleşmekten kaçındığımız bir gerçektir kuşkusuz ama hiçbir zaman imkânsız değildir. Değiştirebilmemiz için de hak savunuculuğunda bütün canlıların haklarını savunmamızla işe başlamalıyız.
Tekrar şiddet kültürüne gelecek olursak tüketim endüstrisi bir takım semboller kullanıyor. Örneğin; bir tavuğun kesim anında kanlı bir şekilde işkence uygularken bu hayvanın bedeni üzerinden aynı zamanda orada gizli bir mesaj da bize sunuyor. Yani şiddet kültürünü de sunuyor gizliden gizliye. Başka bir örnek verecek olursak özellikle ataerkil toplumlarda et erkeğin gücünü gösteren bir simge olarak kullanılıyor ve kadınlar daha az tüketen kategoriye alınıyor. Bu da erkeğin kadından daha üstün daha baskın olmasını sembolleştiriyor ve burada da cinsiyetçi bir yaklaşım aşılanıyor.
Bununla ilgili incelediğimiz birkaç et reklamından yaptığımız araştırmaya göre kadın ve hayvan bedeni üzerinden kullanılan cinsiyetçi ve türcü sözler şöyle:
“Rüzgâr gibi pişti”,
“Etime doyamazsın”,
“Aklınızı başından alır”.
Bu gibi söylemler kullanarak hem hayvan bedenini cinsiyetçi bir yaklaşımla bize sunar hem de bu cinsiyetçi yaklaşımı normalmiş gibi göstererek aslında burada da kadın bedenini aşağılayan gizli semboller kullanır.
Oysa hak savunuculuğunda, her alanda özgürlüğü savunmalıyız ki hem kadının bedeni hem de hayvanın bedeni üzerinden tüketilen anlayışın ortadan kaldırılmasını sağlayabilelim.
Bu yazıda başta örnek alarak incelediğimiz kaynaklardan da biri Etin Cinsel Politikası/ Carol J Adams/ Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve geniş yankı uyandıran kitabı. Bu kitabının başlangıcında şunlar söyleniyor:
“Her on yedi saniyede bir kadın tecavüze uğruyor. Her bir saniyede yüzlerce hayvan öldürülüyor. ‘Dayak yiyen kadınlar’ gerçekliği her gün yüzümüze çarpılıyor ekranlardan ve gazete sayfalarından. Çiftliklerin esir ettiği, mezbahaların katlettiği hayvanlar “marketteki et”e indirgeniyor günümüzde. Etin hem protein için zorunlu olduğuna hem de gücün kaynağı olduğuna inanmamız için örülen mit, aslında erkeğin potansiyel şiddet eğilimiyle üstünlük kurmasına neden oluyor. Etçilleri yiyen etçiller, kafamızdaki iktidar piramidinde en üste yerleştiriliyor ve bu haliyle gündelik hayatımızın her köşesine sızıyor. Reklamların neredeyse tamamında eti yenen hayvanların kadınsı temsil edilmesi ve erkek zihninde seks yapılacak kadının et veya piliç görüntüsünde olması yapbozu kendiliğinden tamamlıyor.”
İşte Carol J. Adams bu kitapta, yukarıda sayılan olguları ve genel olarak ataerkil ile et tüketimi arasındaki diyalektiği çözümlüyor. Ona göre, erkeklik inşasının önemli bir parçası başka bedenleri denetim altında tutmaktır; et yemek de bunun önemli bir aşamasını oluşturur. “Et yemek, erkek iktidarının her öğünde yeniden ilan edilmesidir.” Onun kuramıyla, pornoda veya sofrada (aslında erkeğin yazdığı tüm “metinlerde”) parça parça tüketilen tüm adsızlar, “kayıp gönderge” olarak yeniden bedene kavuşuyor. Bu kitap, kadın ve hayvanın tüm yönleriyle eş olduğunu savunmuyor; yalnızca şiddet ve tahakkümden beslenen erkek egemen kültürün yeri yurdu olmadığının, zayıf bulduğu her şeyi ve herkesi “erkek” tanımının dışına atarak alt edilecek bir öteki ilan ettiğinin, özneden nesneye indirgediğinin altını çiziyor. Yiyecek/giyecek başka bir şey yokmuşçasına, birtakım canlılara yaşarken kafesi, ölürken ise kan gölünü reva gördüğümüz sürece savaşları ve ayrımcılığı olumlayan eril şiddet kültürünün ve hiyerarşinin aramızdan ayrılmayacağını hatırlatıyor. Bu kitap üzerine yazılan birkaç yazıya aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.
https://gaiadergi.com/etin-cinsel-politikasi-feminist-ve-vejetaryen-bir-etik/
http://dunyalilar.org/etin-cinsel-politikasi.html
Ayrıca izlediğimiz et reklamlarında ve aşağıda linklerini paylaştığımız diğer bağlantılarda da hep verilmek istenilen mesaj, “kadını ev işleri ile uğraşan, başka bir kalıp içine almayan kadını annelik vasfı ile muameleye tabi tutan ve reklamlardaki piliçlerinde kadın olarak sembolleştirilmesi”.
https://www.youtube.com/watch?v=io-2gfV8YQI
https://www.youtube.com/watch?v=0v9Hmztlw2w