İstanbul’da toplu taşımalarda veya özel araçlarınızda ya da bir yaya olarak ulaşımınızı sağlarken, korna seslerinin kalabalığın gürültüsünü nasıl da çığlık çığlığa bastırdığı düşüncesi zihninizde yankılanıyor olabilir. Tabii bu sırada da şehri, işinizi, olduğunuz yeri, yaptığınız şeyi, amacınızı ve o amacın anlamsızlığını, en kritiği de kendinizi sorgularken, varış noktanızdan ışık hızıyla uzaklaşıp kaçmak isteyebilirsiniz. Bu yüzden gözlemlemek, olanı biteni sanki hiç içinde değilmişçesine izlemek belki bir parça daha anlam katabilir bütün bu düşüncelere.
Bu düşünceye çoktan kendimi kaptırdığım, baktıklarımı görmeyi, gördüklerimi fark etmeyi, kıyas etmeyi alışkanlık ettiğim bir günde, İstanbul’un hatrı kırılamayacak derecedeki “merkezi” bir muhitinden, onlarca “göbeği”nden birine doğru gitmeye çalışıyorum. Derisi insan yutmaktan yırtılmış bu büyük şehirler için tam da yerinde bir tasvir olarak; pişmiş yumurtadan çırpılmış yumurtaya dönüşüm söylemi geliyor aklıma hep böyle durumlarda. Öyle ya; kentsel dönüşeceğiz diye ne çapını ne de çeperini biliyoruz artık şehrimizin. Ama bir şey var ki, tüm benliğimizle sınırlarını, kurallarını, ne yapılacağını ve yapılmayacağını, bedenimize, beynimize ve elbette ruhumuza işlemiş durumdayız: Sınıfımız. Neresinden tahmin etseniz haklı olduğunuz, sosyal, kültürel, ekonomik sınıfımız. Arkadaşlarımızla, ailemizle ya da işimizde, okulumuzda olduğumuzda her birinde bir hayli farklı fakat o kadar da “içimizden gelen, doğal” halimizle oluverişimiz neden? Pierre Bourdieu buna ‘habitus’tan diyor. Doğduğumuz an temas kurduğumuz ilk insanlardan, şu ana kadar gelen ve tabii bizim de emek emek beslediğimiz, takıldığımız yerde tutup kaldıran, bazen de bakışımızdaki yansımasından bile bizi ele verebilen ‘habitus’umuzdan kaynaklı. Asla “şuna denir, budur” gibi kalıplara sıkıştırarak anlatmak istemiyorum habitusu. Çünkü zaten hepimizin çok iyi bildiğini, Bourdieu’nun kavramsallaştırarak tanıştırdığını düşünüyorum. Yüzeysel bir şekilde bahsetmem gerekirse; doğduğumuz aileden edindiklerimiz, bir takım yetilerimiz, daha sonrasında okul, iş gibi araçların vasıtasıyla bulunduğumuz tüm ortamların ve insanların, bizim gelişmekte olan nitelik ve tepkilerimizin ortaklığıyla oluşturduğumuz tüm pratikleri kapsar aslında habitus. Ortamların da diyorum çünkü her mekânın, her semtin, her şehrin de habitusu var. Bu alanlar da, içerisinde bulunduğumuzda kendi kontrol eksenine dahil eder bizi ya da biz dahil olmak isteriz. Öte yandan insanların diyorum çünkü öğretmenimizle veya patronumuzla, mahalleden veya okuldan/işten arkadaşımızla, ailemizle veya akrabalarımızla, tanışık olduklarımızla veya yeni tanışacaklarımızla konuştuklarımızın arasındaki o cılız gibi görünen farklılık habitusumuza dayanır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım kısmı “takıldığımız yerde tutup kaldıran” başlığı altında toplanabilir. Bir de Bourdieu’nun sınıfı tanımlarken kullandığı sosyal, kültürel, ekonomik bağlamlar açısından, bir üst sınıfın alanında bulunmamız gerektiğini düşünelim. Alışık olmadığımız, belki bahsedilenleri anlamadığımız hatta adapte olmamız mümkünken, içimizden onların farklı olduğunu bağıran sesimizi susturamayıp kendimize ve olduğumuz yere yabancılaştığımız o an habitusumuz bizi ele verir. Başka bir alana ait olan hal ve hareketlerimiz yani habitusumuz, bulunduğumuzla ait olduğumuz sınıfın ayrımını saklamadan gösteriverir. Buraya kadarı da “bakışımızdaki yansımasından bile bizi ele verebilen” başlığı altında toplanabilir sanıyorum.
Fakat şunu da eklemek isterim ki habitusu anlatmaya çalışırken bizden farklı, bizim dışımızda, bağımsız bir şeyi kastetmiyorum. Bu yüzden seveceğimiz veya öfkenebileceğimiz bir kavram gibi düşünülmemeli. Zira bizimle varolan, bizden kaynaklı bir şey (olgu). Bizden kaynaklı oluşunu söyleme sebebim; aynı okulda okuduğumuz, aynı işi yaptığımız kardeşimizle habitusumuzun birebir aynı olmasını, daha doğrusu benzer biçimde yansımasını bekleyemeyiz. Çünkü söylediğim gibi onu şekillendiren önemli bir diğer etmen de biz ve bizim tepkilerimiz. Bir olay karşısında takındığımız tavır ve edindiğimiz tecrübe ya da okuduğumuz bir kitaptan anladıklarımız ve hissetiklerimiz taban tabana zıt da olabilir. Çevresel dinamikleri yok saymamakla beraber benliğe de bağlıdır habitus. İşte tam da bu yüzden hem birbirimizin kopyası değiliz hem de sadece ailemizin değil, ailemizin de bulunduğu topluluğun etrafında örülmüş sosyo-ekonomik pratikleri kopyalarken, uygularken buluruz kendimizi. Her şey seyrinde ilerlerken sorgulama gereği hissetmediğimiz bu tutum senelerce bize buram buram sınıfımızın gereklilikleri dersini verir. O kadar iyi öğreniriz ki, davranışlarımızı, konuşmamızı hatta mimiklerimizi bile sınıfımıza göre sınırlandırmayı ve aynı zamanda esnetmeyi, o alandan/sınıftan çıkınca tökezleme ihtimali tahmin edilemeyecek gibi değil.
Neredeyse hepimiz her ne kadar hoşumuza gitmeyecek olsa dahi sistematik ve önceden kurgulanmış haldeyiz. Şehir, kalabalık ve sorumluluklar bize bunları düşünme fırsatını en çok bir yerden bir yere giderken sunuyor. Görmeye bağışıklık kazandığımız kırmızı ya da yeşil ışığın hiçbir vasfının kalmadığı trafik manzarasında, otobüsün orta şeritten sağ taraftaki durağa dakikalarca geçemeyeciğini düşünmek yerine, dışarıyı izlerken bu anlattıklarımı düşündüğüm sırada, evren kanunlarının onayını aldığımı sandığım bir sahneye şahit oldum. Trafiğin sıkıştığı zamanlar, mesai saatleri olan küçük bir çocuk, bir elinde bez diğerinde bol su katılmış fısfıslı bir şişeyle, arabaların bir adım ilerleyemeceğine de güvenerek iş başı yapıyor. Tam önünde duran arabanın sürücü koltuğuna bakıyorum, “Acaba çocuğa nasıl tepki verecek?” diye geçiriyorum içimden. Hiç ummadığım bir hamleyle çocuk o arabaya yeltenmedi bile. Bir gerisinde, öndekinden oldukça lüks bir arabaya doğru yöneldi. Şaşırdım, hem de çok şaşırdım. Şaşkınlığımın sebebi o hallere ‘düşmüş’ bir çocuğun önündekini beğenmeyerek ‘yemek’ seçmesinden değil, bu iğrenç hiyerarşiyi sindirmenin kolaylığını küçük bir eylemin bu denli net biçimde ortaya koyabilmesindendi. Bu noktada “neyi sorgulamak ve neyle mücadele etmek gerek” tarafından bakmak, konuşmak mümkün mü bilemiyorum. Amma velakin söylemeden edemeyeceğim şey, her nerde ne yapıyorsak yapıyor olalım, sürekli diken üstündeymişiz hissinin rahatsızlığı hepimize yol gösterecektir diye düşünüyorum. Çünkü hepimiz tam da olduğumuz yerden biraz rahatsızlık duymalıyız.