“Kadın kendini yazmalıdır. Kadınlar hakkında yazmalıdır ve yazıya kadını geri getirmelidir.
Çünkü kadınlar bedenlerinden nasıl şiddetle kovuldularsa yazıdan da aynı şiddetle dışlandılar aynı nedenlerle, aynı yasalarla ve aynı ölümcül amaçlarla. Kadının kendini metin içine koyması gerekmektedir‐ aynı dünyanın içine ve tarihin içine koyması gerektiği gibi.”
Hélène Cixious
Kadınlar, her yerde aynı baskıya maruz kalıp coğrafyasızlaşırken hangi statüde olursa olsun ezildiği için sınıfsızlaştı. Tüm dünya kadınların ülkesi, bütün sınıfların ötesinde ezilen bir sınıf kadınların oldu. Kaideler, toplumsal cinsiyet rollerine bağlı olarak cinsiyet fark etmeksizin insanı baskılarken tarih boyunca kadınlar daha ağır koşullara maruz kaldı. Kadınların, düşünceleri, duyguları, varlıkları yok sayıldı, acıları ve direnişleri yazılmadı, dayatmaların karşısında duranların ölümü hak ettiği düşünüldü. Sonunda ise kadının tarihi, sistemin öldürdüğü kadınların yaşanmışlıklarıyla doldu…
Mishaal bint Fahd, 1958 yılında Suudi Arabistan’da doğdu. Suudi ailesine mensup bir prenses olması onun hayatını bir sarmal içine almıştı. Çünkü Ortadoğu’da kadın olmak, yoksul ya da aristokrat olmanın fark etmediği bir yaşama sahip olmak, özgürlükten yoksun kalmaktı. Mishaal için de durum aynıydı, kendisi olarak yaşama hakkı elinden alınmıştı.
Kalbinin sesini dinlediği için hayatı ondan çalındı!
Öyle görünüyor ki tarih boyunca baskıcı yönetimlerin en çok korktuğu şey aşk oldu. Suudi Arabistan’da da en çok korkulandı aşk ve insanların bilhassa kadınların duyguları dikkate alınmadı. Küçücük kadınlar kendinden büyük adamlarla evlendirildi, mahkûm edildiği kadere boyun eğmeyenler cezalandırıldı. Modern adı verilen bu çağda dahi Suudi Arabistan’da, kadının insan olup olmadığı tartışılırken 1970’li yıllarda bir kadının kalbinin sesini dinlemesi söz konusu olamazdı. Fakat dönemin Türkiye basınında Mişa diye geçen prenses, yüreğinin sesini dinledi ve bu yüzden hayatı ondan çalındı.
Suudi Prenses, ailesi tarafından eğitim için Lübnan’a gönderildi. Burada bir adama âşık oldu. Bir sevgilisi olduğunun öğrenilmesi, evlenmeden bir erkekle ilişkide olması zina suçlamalarını beraberinde getirdi. Prensesin taşlanarak ölümüne karar verildi. Daha sonra bu ceza değiştirildi ve kurşunlanarak idam edildi.
1978 yılına ait Milliyet haberine göre ise yaşananların seyri farklıydı. Prenses, gelenekleri hiçe sayıp halktan biriyle evlenmiş, bu yüzden kendisi de kocası da öldürülmüştü. Tabi kaynaklarda bahsi geçenler bu değil fakat anlatılanın değişmesi neticeden daha mühim olamaz. Nitekim 15 Temmuz 1977’de bir aşk, bir kadının hayatına mâl oldu.
Bir Prensesin Ölümü filmi ve diplomatik kriz
Bu cinayet uzun süre gündemde kaldı. Genç bir kadının öldürülmesi kabul edilebilecek bir şey değildi. Yaşananların basının gündeminde olması herkes tarafından dikkatle takip edilmesini sağladı. 1980 yılında Death of a Princess adlı belgesel-sinema tarzında bir İngiliz yapımı, Mishaal ismini yine gündeme taşıdı. Bu film, Suudi Arabistan ile İngiltere arasında uzun sürecek bir diplomatik krize yol açtı. Elçiler çekildi, ticari anlamda da pek çok sorun yaşandı.
Prenses Mishaal, söylenene göre ölüme ülkeden kaçarken yakalanmıştı. Bu yaşananların üzerinden yıllar geçse de sistem aynı kaldı. Kadınlar, aynı acıyla, ölüm tehlikesiyle hala burun buruna yaşıyor. Ve bu aşırı demokrat, insan haklarında zirve yapmış dünya, diplomasi ilişkisine zeval gelmesin diye kadınların recm edilmesini sessizce izliyor!
Kaynak: Mishaal Bint Fahd Memorial Website(1958-1977), Dönemin ulusal ve uluslararası basını, Winberg Chai, Saudi Arabia: A Modern Reader, 2005.