Artık cenaze törenlerine gitmiyorum. En son bizim güvenlik görevlisinin annesininkine gittim. Her zamanki gibi avlunun en ücra yerine gidip geleni gideni izlemeye başladım. Bir kadın, tabutu bebek okşar gibi okşamaya başlayınca yanına yaklaştım. Cenazede en çok üzüldüğüne kanaat getirdiğim aile üyesinin yanına gitmeye karar verdiğim an, cenaze için yapılan toplaşmaların en sevdiğim kısmıydı. En çok üzüldüğüne inandığım, yanına gitmeye karar verdiğim kişi merhum ya da merhumenin oğlu ya da kızı olmalıydı muhakkak. Tabutu bebek okşar gibi okşayan kadının yanına gidip “başınız sağ olsun” dedim her zamanki gibi. Nefesimi tutarak bana bakmasını bekledim. Gözleri sevdiğini kaybetmenin verdiği acıyla göz çukurlarında küçülmüş, matlaşmıştı. Yüzü solmuş, dudakları kurumuştu. Beni tanımamıştı haliyle. Mahçup da olmuştu,
“Sağ olun, eksik olmayın“ dedi.
“Zeynel bizim güvenlik görevlimiz, çok üzüldük haberi alınca.”
“Gitti koca çınarımız…” deyip ağlamaya başladı.
Siyah, tül, kenarları dantelli başörtüsü besbelli annesinin onun için hazırladığı çeyizindendi. Çok benzerini annem benim için de koymuştu çeyizime. Şifonyerimin en alt çekmecesi silme tüllü ipekli başörtüleriyle dolu. Ellerini iki avcumun arasına alıp
“Yattığı yer incitmesin, sabır diliyorum.” dedim.
Bu cenaze merasiminde de kendimi cenaze sahiplerinin yerine koymuş ve sahip olacağım özgürlüğü bağımsızlığı içime taze nefes çeker gibi hissetmeyi beklemiştim ama olmadı. Beklediğim ferahlamanın aksine tarif edemeyeceğim yakıcılıkta bir dumanın ciğerlerime yayıldığını hissetmiştim. Normale döndüğümü o an anladım. Caner’in sayesinde oldu hepsi.
Evlenmemizi Caner’in ablası ve aynı zamanda benim en iyi arkadaşım olan Meral, sahip olup olabildiğim kıymetli birkaç arkadaşım da istememişti. Caner gibi işe yaramazın tekinde ne bulmuşum? Hayatımı bile isteye nasıl olur da mahvedebilirmişim? Oysa bilmedikleri çok şey vardı. Bu evliliğin beni görünmez kılacağını, duvarların içinden geçebilecek güce kavuşturacağını bilemezlerdi. Caner ise kaybettiği anne ve babasının muadillerine kavuşacaktı. Meral’in ve diğerlerinin anlayabileceği şeyler değildi bunlar. O yüzden yapılan itirazlar karşısında sessiz kalmayı tercih ettim.
Onlara mahvolmuş bir hayattan ne anlıyorsunuz diye sormayı çok düşündüm. Duyacağım cevapları ne dinlemeye ne de tekrar yanıtlamaya mecalim var. Hayatın sonu olmayan diyaloglar için kısa olduğunu epey önce anladım ben. Otuz sekiz yaşındayım. Doğdum, okullara gittim ve çalışmaya başladım. Yıllardır eve aynı saatte gelir aynı saatte çıkarım. Haftada iki gün mandıra ve manava uğrayıp annemin verdiği alışveriş listesindeki siparişleri alırım. Sadece o günler eve yarım saat bilemedin kırk beş dakika geç giderim. Babam ve annemle sofraya oturup fazla hızlı yememeye dikkat ederek –çünkü babam hızlı yemenin ayıp olduğunu söyler– karnımı doyurup odama çekilmek için izin isterim. Kendimle baş başa kaldığım o değerli dakikalarda günlük yazar, kitap okurum. Annem çay içmek için seslenir. İçmem diyemem. Beni görebildikleri tek zaman dilimi buymuş. Haftanın her günü için dizileri vardır. Konuları nedir, kimler oynuyor sorsanız bilemem. İkisinin de beni görebileceği kanepeye oturur kâh çayımı içer kâh telefonumla ilgilenirim çaktırmadan. Es kaza dizide bir genç uyuşturucu bağımlısı olursa, kadının biri kötü yola düşerse ve ben buna tepki vermemişsem her ikisi birden sitem ederler. Beni hayatın gerçeklerinden uzak olmakla itham ederler. Onlarla iletişim kurmadığım için surat asarlar. O yüzden annemin ve babamın dizi izlerken yüzlerindeki mimiklere dikkat ederim. İlk reklam arasında uyuyakaldıklarında çay bulaşıklarını mutfağa götürürüm. Mutfağı son kez derler toplar, tekrar odama giderim. O gün bir cenazeye gittiysem hissettiğim ferahlamayı günlüğüme yazıp defteri çantama koyarım unutmadan. Odamda bırakmam defterimi. Çünkü annemin odamı her gün dip köşe temizlediğini, dedektif gibi içinde dolandığını gençliğimde acı tecrübelerle öğrendim. Günlerim bu şekilde geçer. Düz, kalın hatlarla belirlidir sınırları. İş yerindeki arkadaşlara göre o sınırları kırabilirmişim. Bu benim elimdeymiş. Üniversitede okurken ben de öyle düşünüyordum. Arkadaşlarımla plan yapıp dışarıda yemek yediğim, bir iki kadeh bir şeyler içittiğim günler oldu. Fakat annemle ve babamla o kadar çok kavga ettim ki… Pes eden ben oldum. Don Kişot rüzgârgülleriyle olan savaşına bir anlam vermiş ve son gücüyle mücadele etmiş. Bense bu savaşa bir anlam vermekten vazgeçtim ne var ki savaş meydanından çekilecek gücüm de tükendi. Olduğum yerde çöküp başımı darbelerden korumak bana daha akılcı bir çıkış yolu olarak göründü. Benim güçsüz, mütemadiyen boyun eğen biri olduğumu söyleyip durdular. Hepsine haklısınız dedim. Adım kibirliye çıktı. Umurumda olmadı. O öğlen kalite departmanından Ayşen’in babasının cenazesine gitmeseydim onları sonsuz “kibirim” ile aşağılamaya devam edecektim. Çünkü hayatımın etrafına örülen duvarların sağlamlığından ve yekpareliğinden çok emindim.
O gün cenazeden ayrılırken avlu kapısının orada bizim departmandaki kızları sessiz utangaç gülüşürlerken gördüm. Yanlarında daha önce hiç görmediğim bir adam vardı. Uzunca boylu, kıvırcık saçları vardı. Küçük kalabalığın yanına yaklaşınca gamzeli gülüşünü gördüm. Aynı gamzeler ve gözler Meral’de de vardı.
“Siz, Meral’in ikizi Caner olmalısınız. Yanılmıyorum sanırım?”
“Selamlar. Siz de meşhur Nurcan’sınız o zaman?”
Kızlardan en işe yaramaz olanı benim yerime cevap verdi
“Ta kendisi olur!” Kıkırdamalar çoktan kesilmişti. Aynı işe yaramaz kız sanal bir soruya cevap vererek devam etti:
“Biz de Caner Bey’e çorbacı önermek üzereydik şefim” dedi.
“Ne çorbacısı? Hayırdır?” Kendimin de kıkırdamak üzere olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden sesim biraz daha yüksek çıkmıştı
“Mümkünse kelle paça, unsuz kıvam verilen mercimek çorbası da olur elbette.” demişti Caner. Koyu, kirli sakalının altında iki gamzesi de belli oluyordu. Kızlar benim sessiz kalacağımı sanmışlardı. Zira mekân önerilerine birer ikişer başlamışlardı. Araya girdim,
“Annem ikisini de şahane yapar. Hatta bu akşam mercimek çorbası yapacağını söylemişti.”
Bilmem kaç yılın en soğuk kasım ayını yaşıyorduk. İnsanın kafasını keçeleştiren bir rüzgâr vardı. Ben cümlemi bitirdiğimde rüzgâr bile esmeye ara vermişti.
“O zaman, akşama sizdeyim Nurcan Hanım?”
Artık geri dönüş yoktu. Caner akşam bize geldi. Annemle mercimek çorbasının neden un koyulmadan pişirilmesi gerektiğine dair uzun uzun görüş alışverişinde bulundular. Seyrettikleri dizi maç nedeniyle yoktu. Babam bilgi yarışmasını açtı onun yerine. Üçü yarışmada sorulan soruları kendi aralarında tartışıp konuşarak kimi zaman da annemin deyişiyle internete sorarak bitirdiler. Caner babamın kelime bilgisine ve genel kültürüne hayran kaldığını her fırsatta dile getirdi. Bu kadar çok şeyi nasıl bilebildiğini sordu. Soruşu samimiydi. Babam o sordukça yarışmada bahsi geçen kelimelerin etimolojisini anlattı üstüne üstlük. Güldüğünde gözlerinin etrafında kalıcılığı hayli fazla olan kırışıklıklar olmasa babamın karşısında meraklı bir oğlan çocuğu oturuyor derdim hiç tereddütsüz.
Annem o akşamdan sonra tarif defterindeki tüm zahmetli çorbaları Caner’i çağırmak için yaptı. Yemek faslı bittikten sonra annem babam ve Caner dizi, yarışma, reality show vs. seyrederken ben görünmez olduğumu keşfettim. Önceleri odamda istediğim kadar vakit geçirdim. Sonraları giyinip süslenip ayaklarımın ucuna basa basa evden çıkıp yakınlardaki sinemaların gece seanslarında ne varsa seyrettim, önceden bilet alıp oyunlar seyrettim yıllar yıllar sonra. Sadece Caner’e eve kaçta döneceğimi bildiren mesaj atıyordum. Eve geldiğimde ise çoğunlukla üçünü birden salonda uyurken buluyordum. Böyle böyle Caner annemin deyimiyle “evin adamı” oldu. Bir sefer evine gitmek üzereyken kolundan tuttum:
“Evlensek ya biz?”
“Tamam.” dedi. Gülümsedi. Gamzeleri çıktı gene. Ben de kıvırcık saçlarını karıştırdım.
Odamda iki kişilik yatak var artık. Annemin ve babamın oraya girmesini yasakladım. Kocam hoşlanmıyor dedim. Caner şu anda onlarla aşağıda bilgi yarışması seyrediyor. Az önce elma yıkayıp götürmüştüm. Muhtemeldir ki annem soyup, bıçağa takıp dilim dilim uzatıyordur damadına. Bense yürüyüş grubumla hafta sonu rotamı belirlemeye çalışıyorum. Duvarları balyozla parçalamama gerek yokmuş. Altından tünel kazsam da oluyormuş meğer.