“Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hala şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer bir yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmak da, mutsuz bir İrlandalı çocuk olmak kadar kötü değildir. Bundan da kötüsü, mutsuz bir İrlandalı Katolik çocuk olmaktır.”
Bu satırlar, İrlanda asıllı yazar Frank McCourt’un yoksulluk ve sefalet içinde geçmiş olan çocukluk yıllarını kaleme aldığı Angela’nın Külleri adlı romandan. Frank McCourt, ekonomik kriz sırasında Amerika’ya gelmiş göçmen bir ailenin en büyük çocuğudur. Brooklyn’de dünyaya gelmiştir. Sonrasında ailesi ile birlikte İrlanda‘nın Limerick kentinin yoksul mahallelerinde büyümüştür. Babası Malachy, çocuklarına karşı şevketli ve anlayışlı olmasına karşın çoğu zaman çalışmayan, çalıştığı zamanlarda da aldığı parayı alkole yatıran, çocuklarının beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayamayan bir babadır.
Frank McCourt’a göre annesi dindar ve pısırık bir kadındır ama çocukları için dilenerek de olsa para kazanarak ailenin geçimini sağlamaya çalışmıştır. McCourt ailesi, yaşadıkları yoksulluktan ötürü 3 çocuklarını kaybederler ve zor şartlar altında hayatlarını devam ettirmeye çalışırlar. Elbette bu süreç onlar için hiç de kolay geçmemiştir ama yazar, sefalet içinde geçmiş olan çocukluğunu büyük bir içtenlikle kaleme almıştır.
“Sınıfta ayakkabısız çocuklar da var, ama onlar hiç seslerini çıkarmıyorlar. Acaba, diyorum, tökezleye tökezleye yürümemize neden olan bisiklet lastikli ayakkabımız olması, hiç ayakkabımız olmamasından daha mı iyi?”
Frank McCourt, kitap okumaya meraklı bir çocuk. Okulda da zekasıyla hocalarının dikkatini çekiyor. Babası ise ondaki hikaye yazma yeteneğini ortaya çıkarıyor. McCourt, babasının İrlanda üzerine anlattığı hikayelerle ve evlerindeki yedinci basamakta kendisiyle konuşan meleğin hikayesiyle büyüyor. İlkokula başladığında aynı zamanda gazete dağıtımı yaparak para kazanmaya da başlıyor. Telgraf dağıtımı yaptığı sıralar tefeci bir kadınla tanışıyor ve tehdit mektupları yazmaya başlıyor. Aslında yaptığı işten hiç memnun değil ancak en büyük amacı doğduğu ABD’ye bir gün tekrar gidebilmek olduğu için para biriktirmesi de gerekiyor. Özellikle yazar, bu çatışmayı okuyucuya çok anlaşılır bir dille sunuyor.
“Cennette bol bol balık, patates ve şeker var. Bunları yemene engel olacak teyzeler de yok. Bütün babalar evlerine işsizlik sigortasından aldıkları paraları getiriyor ve çocuklar babalarını aramak için barları dolaşmak zorunda kalmıyorlar.”
Yazar, çoğu zaman okuyucuyu hüzünlendirse de yer yer mizahıyla tebessüm de ettiriyor. Kitabı okurken akrabalarının ve komşularının zalimliğine kızıyor ama bu karakterlerin yer yer merhamet ettiklerine de şahit oluyoruz. Belki de bu yüzden yazar, yalın ve bağışlayıcı bir dil kullanıyor. Ve yine bu yüzden dolayı karakterlerin gerçekliği olduğu gibi okuyucuya sunuluyor. Aslında kitabı okurken birçok şeyi sorguluyor insan ama en çok da yazarın bile anlatırken şaştığı şey nasıl hayatta kalabildikleri oluyor.
Frank McCourt, uzun yıllar Stuyvesant Lisesi’nde kompozisyon hocalığı yapmış. Ayrıca İrlanda’da geçen gençliklerini anlatan “A Couple of Blaguards” isimli müzikal oyunda kardeşi ile birlikte oynamıştır.
McCourt, kendi otobiyografisi olarak yazdığı bu romanla Pulitzer, Ulusal Kitap Kritikleri Çevresi ve Los Angeles Times ödüllerini almıştır. Ayrıca Angela’nın Külleri romanının devamı olan “Umuda Doğru” adlı kitabı da kaleme almıştır.