Günlük hayatımızda gerçekleştirmek için uğraşmaya gerek olmayan, refleks olarak bellediğimiz bir eylem yürümek. Trafikten kaçmak, işe gitmek, sınava yetişmek gibi belirleyici yönleri olan modern hayat zorluklarına bizi yetiştiren bir eylem aynı zamanda, her ne kadar bu karmaşa arasında önemini kavrayamasak da. Peki, siz ilk yürümeye başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? Veya hiç yeni yürümeye başlamış bir çocuğu dikkatle izlediniz mi?
Çocuk, yürümeye başladığı andan itibaren avlamaya ve keşfetmeye başlamış demektir. Artık dizlerinin üstünde durabilen bu küçük birey, merak ettiği avına doğru hızlı ama küçük adımlarla ilerler; ancak çok geçmeden belki de büyüyünce sahip olacağı yasaklayıcı tavırlar bu küçük bireyi engellemeye başlar. Bir süre sonra bu davranışların sonucu olarak adımlar keşfe ve ava değil, avlanmış sürüden yani toplumdan kaçmak için atılır. Tıpkı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki “C” karakteri gibi. Kitap boyunca şehrin sokaklarında ölen annesinin ve onu büyüten teyzesinin yansıması olan bir kadını arayan C, kendini aylak olarak tanıtır ve Türk Edebiyatı’nın en tanınan flaneur karakteri hâline gelir. (Flaneur: Fransızca’da boş gezen, aylak anlamına geliyor.)
Yürümek, içinde sıkıştığı toplumda da olsa C için bir kaçış yoludur ve karşılaştığı İstanbul sokaklarının, caddelerinin isimlerine kendi kafasından hikâyeler yazar. Ancak başka bir kahramanımız ise, İstanbul’dan uzakta ama belki de modernizmin hayatları çok etkilediği yerde, New York’ta yürür. Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nin ilk bölümü olan “Cam Kent” in kahramanı Quinn, tesadüfler sonucu edindiği dedektiflik kimliğiyle, geçmişinde çocuğunu odaya kapatmış garip bir yazar olan Stillman’ı takip ederken; Stillman’ın attığı adımlarla şehre bir mesaj bıraktığını, bir anlamda da kendi haritasını çıkardığını fark eder. Birbirinden habersiz, çok uzakta olan bu iki kahraman aynı eylemle okuyucuları yürüme, bilinç ve kent üçgeni arasında sorular sormaya yöneltir.
Bir kaçış eylemi olarak yürümek
Toplumdan, tekdüzelikten ve belki kendinden kaçmak için atılan her adım aslında zaman geçtikçe kaçılan şeyleri de içinde biriktirmez mi? Ne de olsa, her şey birbirinin aynıysa; bir sonraki, bir önceki kaçılandan farklı olmaz. Öyleyse bu kaçma ve yürüme işinin sonu nereye varıyor? Bu sorunun cevabına adım adım varacak olursak, ilk adım olan “kaçmanın” nedenlerine dönmemiz gerekir. C, yürürken sürekli olarak “Birden kaldırımdan taşan kalabalıkta onun da olabileceği” (Atılgan, 9) fikriyle hareket eder. Yani bir yandan kaçtığı kalabalık, bir şekilde ona çözüm olarak geri dönecektir. Ama hayatını değiştirecek olan bu çözüm tamamen bir tesadüfe bağlıdır, tıpkı Quinn’in bir tesadüf sonucu çalan telefonu gibi. Öyleyse bu olasılığı arttırmak için olabildiğince yürümek ve olabildiğince fazla mekanda bulunmak gerekir. Özellikle Meltem Gürle’nin de değindiği gibi;
“Benjamin’e göre pasajlar, sokaklar, caddeler flaneur’un evidir. Aylağın kente, sokaklara, o sokaklardan taşan kalabalığa ihtiyacı vardır. Bir tür kimliksizlik ya da daha iyi bir tabirle anonimliktir bu. Aslında aylak, büyük şehrin insanıdır, ama kalabalığın içinde yaşamasına ve o kalabalıktan beslenmesine rağmen onun bir parçası değildir. Kalabalığı her zaman kendi dışında bir şey olarak algılar ve o da kalabalık için hep ‘öteki’ olur (Gürle).”
Bu durum, aylakta yalnızca toplumdan kaçarak toplumda çözüm aramayı değil, aynı zamanda mekândan kaçma içgüdüsünü de getirir. Çünkü mekânlar bir aidiyet duygusu barındırırlar, oysa aylak sadece sokaklara aittir. Toplumdan insanların, toplum etkisiyle döşediği, düzenlediği yerlerdir mekânlar ve aylak bu mekânlarda uzun süre kalmaz. Çünkü olasılıkları arttırabilmesi için en iyi yol sadece yürümekten geçer. “Yürümek, mekândan yoksun olmaktır. Yok olmanın ve kendi aidiyetinin peşinde olmanın belirsiz bir operasyonudur” (Certeau, 201) diyor Michael De Certeau Günlük Hayatın Keşfi kitabında. Kendi aidiyeti ise yürürken aradığı şeydir aylağın. Tıpkı C’nin kitap boyunca kafasındaki kadını araması gibi. Aylak; şehirde yürür, adımlarını arayışa atar, şehri kendine göre deneyimler. Bunu yaparken fotoğraf çekmek, insanlara hikâyeler uydurmak gibi yolları vardır ama C, “şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim” (Atılgan, 14) diyor. Çünkü o sokaklar, C’nin evi ve herkesin bildiği hikâyelerle dolu ev yerine yürümeyi, görmeyi ve yazmayı tercih eder aylak. Bu sayede diğerlerine göründüğünden daha başka görünen, kokan hikayesi olan sokakları olur. Bu da aylağı yine yürümeye iter.
C’yi bir kenara bırakıp başka aylaklara yönelecek olursak, İstanbul’dan uzak ama belki de modern hayatın etkisini en çok gösterdiği bir yerde, New York’ta yaşayan Stillman ile karşılaşıyoruz. Stillman, Quinn’in anlatımıyla, “bu pejmürde yaratık, çevresinden bu kadar kopuk, bu çökmüş adam” (Auster, 80), geçmişinde oğlunu odaya kapatarak deney yapmaya çalışmış ve oğlunun zeka gelişimini olumsuz yönde etkilemiş bir baba, aynı zamanda kitabın, yürüyerek kendi şehrini yaratan kahramanı. Stillman’ın Quinn tarafından bulunması dahi yürüme ve tesadüf imgeleriyle başlar, tıpkı Aylak Adam’da C’nin B’yi bulamamasının nedeninin tesadüfen diğer kızın peşinden gitmesi gibi. “Quinn kalakaldı. Şimdi ne yaparsa yapsın yanlış olacaktı. Neyi seçerse seçsin ki bir seçim yapmak zorundaydı, gelişigüzel olacaktı, kadere boyun eğecekti. Sonuna kadar seçiminden emin olmayacaktı” (Auster, 79). Bu noktadan sonra Quinn bölünüp iki olasılığın peşinden gitmek istese de, şartlar gereği çok zor bir seçim yapar ve Stillman peşinden şehri keşfe çıkmış sayılır. Yürüyüş amaçlarına baktığımızda, C bir amaç için yürürken, Stillman’ın amacını net olarak göremiyoruz.
Ancak yine de C ile benzer yönlerini bulabiliyoruz. “Stillman kimseyle konuşmuyor, hiçbir mağazaya girmiyor, gülümsemiyordu” (Auster, 84). Çünkü bir aylağın yeri mağazalar, mekânlar değil sokaklardır. Bunu yanı sıra Stillman’ın yürüme yöntemine bakmak bize bir aylak olarak “kendi bireysel dünyasını örmekte” (Alver, 286) olduğunu gösterir. Çünkü Stillman’ın yürürken çizdiği haritalarla aslında şehre bir mesaj bıraktığını fark eder Quinn ve attığı her adımı çizerek bir harita oluşturur ve bu haritada Tower Of Babel yazdığını fark eder. Oysa Stillman için olay biraz daha farklıdır; aslında Stillman yolda bulduğu eşyaları toplamak ve bunlara isim vermekle ilgilenir. Bir ara toplama işini öyle abartır ki; “Bir keresinde, Quinn onun kurumuş bir köpek pisliğini almak için yere eğildiğini, pisliği dikkatle kokladığını ve çantasına koyduğunu bile gördü” (Auster, 84). Bu durum, C’nin cadde ve sokak isimlerine hikayeler yazmasından çok da farklı sayılmaz. Bir aylak olarak, tıpkı C gibi kendini isimle tanıtma konusundan uzak, Quinn ile konuşurken de kendini tanıtmaya pek yaklaşmayan ama eşyalara kimlikler veren biridir.
“He is a skeptical, continuouslylooks, notes, classifies” (Alver, 287) tanımı aylakların bu özelliğine tam da uyan bir noktadır aslında, çünkü bir aylağın özü dışında her şeye kısıtlama getirebileceğini de doğrular bir nitelikte. Peki bu kendine tanımlama getirmekten, özünü sınırlamaktan kaçınan aylaklar neden etrafındaki şeylere sınıfılandırma yaparlar? Çünkü “Yürüyen kişi seçen, seçim yapan kişidir” (Certeau, 190). Yani yürüme işi bir anlamda tercih olduğundan, yürüyen kişi seçtiği şeylere önem verir, onları sınıflandırır. Çünkü seçtiği şeyler sokaklardır ve yürüyen kişinin evidir sokaklar. Ayrıca “Bir yola çıkan kişi, kendisini yanında taşımaz, bir çanta taşır gibi” (Aruoba, 100). Çünkü kendisi yanında olduğu sürece yürüdüğü yollar da aynı gelir aylak insana. Kendini taşımadığı sürece her yolda yeni bir “ben” edinip özüne kısıtlama getirmeden, topluma yakalanmadan, bir yere varma kaygısı olmadan sadece yürür.
Özet olarak, yürümek göründüğünden daha çok anlam içeren, Türk ve Dünya Edebiyatı’nda önemli yer edinmiş bir eylem. Karşılaştırılan eserler arasında Aylak Adam’ın C’si bir amaca yani annesinin yansıması olan kadına ulaşmak için yürürken, Cam Kent’in Stillman’ı daha çok yürürken karşılaştığı şeyler için yapar bu eylemi; yolda gördüğü nesneleri toplayıp sınıflandırmak gibi. Fakat yürümek bu iki adamın tek ortak özelliği değil. Yürürken tercih ettikleri yollar flaneurlerin tesadüf ile olan yakından ilişkisini gözler önüne seriyor. Ayrıca bu karakterlerin yürüme ile olan ilişkisi de bizlere kentlerin asıl sahiplerinin flaneurler olduğunu hissettiriyor. Çünkü bir kent tüm toplum için aynı özellikleri taşıdığı boyutunun yanı sıra bireysel anlamlarla dolu boyutuyla da vardır ve bunları kenti yürüyerek keşfeden bir flaneurden daha iyi kimse bilemez.