Tıpkı Amerika kıtasının güney yarım küresindeki komşusu Alfonsina gibi intiharı tercih etmiş kadın bir şair Sylvia… Alfonsina Arjantinli, Sylvia ise ABD’li.
Alfonsina daha romantik bir yolu tercih etmiş hayatını noktalamak için. Mar del Plata’dan denize yürüyerek yaşamını sonlandırmış. İki şair de feminizmi benimseyen hayat duruşlarıyla gözümde bir ortaklık daha kazanıyorlar. Tek fark Sylvia, Alfonsina’dan bir nesil sonra geliyor.
Kimdir bu kadın merak ettim. İlk ve tek romanı Sırça Fanus’a (The Bell Jar) başlamadan önce hayatını inceledim. Tam anlamıyla hazin. Otuz bir yaşında iki çocuğuyla tek yaşarken vermiş bu kararı. Annelik hissiyle çocukları zarar görmesin diye kapı aralıklarını iyice kapatmış ve mutfakta gazı açarak, gaz soluyarak intihar etmiş. Ayrıca bulduklarında kafası da fırının içindeymiş. Kendisinden 12 yıl önce gaz ile ölümü tercih eden Sadık Hidayet’e de selam olsun.
Neydi bu kadını bu kadar bunalıma sürükleyen? Aldatılan bir kadın olmuş Sylvia, eşi Ted Huges da kendisi gibi ünlü bir şair… Hatta bir Poet Laureate, yani başşair!
İşe biraz daha pembe dizi havası katan kısmı ise, Ted’in Sylvia’yı aldattığı kadın olan Assia Wevill’i de daha sonra başka bir kadınla aldatması ve Assia’nın da Sylvia ile aynı yöntemi seçerek yaşamına nokta koyması. Tek farkla: Assia, küçük kızını da yanında götürmüş.
Roman, kurgu olarak Rosenberg ailesinin elektrikli sandalyede infazına atıfta bulunarak başlıyor ve yine atıf yaparak bitiyor. Plath burada, okuyucu bu şekilde ölmenin ne kadar korkutucu olabileceğini detaylı bir şekilde anlatarak hikâyesine hazırlıyor.
Daha sonra roman kahramanımız Esther ile tanışıyoruz. Büyük hayallerle kasabasından büyük şehre gelen ve döndüğünde girdiği ruh halini değiştiremeyen Esther, “elektroşok” tedavisine maruz kalıyor. Bu yöntem şizofreni ve majör depresyon teşhisi konanlara uygulanıyormuş. Nasıl bu hâle geliyor bu kız? New York’ta geçirdiği bir aydan sonra Boston banliyösündeki evine döndükten sonra giderek artan bunalımının dozu, ruh sıkıntısı, hayattan beklentilerinin karşılanmaması, erkek egemen dünyaya isyanı, küçük dünyasından bir metropole gidince ne kadar iyi bir öğrenci olsa da “yetersizliğini” fark etmesi… Bütün bunlar intihar eğilimli bir ruh hastasına dönüşmesini sağlıyor. Burada yerli bir örnek aklıma geliyor: Rana. Rana da Osmanlı’nın son zamanlarında yaşamış, kadın-erkek eşitsizliğini kaldıramayan daha sonrasında şizofren olan bir kızın hayatını konu alan bir kitaptı. Sylvia’nın şiirlerine göz attıktan sonra bu kitabı okursanız şairin gözünüzde canlanacağına kuşku yok!
Etkilendiklerim
Kendi başıma kolayca yapabileceğim bir şey için başkalarına para vermekten nefret ederim. Sinirime dokunur bu. s:56
Ne var ki ben erkeklere herhangi bir biçimde hizmet etme fikrinden nefret ediyorum. s:79
El değmemiş bir kız olup yine el değmemiş bir erkekle evlenmek hoş bir şey olabilirdi, ama ya adam evlendikten sonra birdenbire Buddy Williard’ın yaptığı gibi aslında el değmemiş biri olduğunu itiraf ederse ne olacaktı? Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz öteki temiz olmayan iki tane yaşantısı olabileceği düşüncesi çileden çıkartıyordu beni. s:85
Sonunda baktım ki yirmi bir aşına gelip de hâlâ bakir kalmış olan zeki ve ihtiraslı bir erkek bulmak kolay olmayacak, ben de bakire kalmaktan vazgeçip kendim gibi bakir olmayan biriyle evlenmeye karar verdim. Bu durumda o benim hayatımı zehir ederse ben de onun hayatını zehir edebilirdim. s:85
Ve biliyordum ki bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve restoranlarda yedirdiği akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının Bayan Williard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi. s:89
Benim annem de babamla Reno’dan balayına çıkarken babamın “Ohh çok şükür, artık rol yapmaktan vazgeçip gerçek kişiliğimize dönebiliriz.” dediğini anlatmamış mıydı? Ve o günden sonra annem bir dakika olsun rahat yüzü görmemişti. s:89
Bayan Guinea bana bir Avrupa ya da dünya turu bileti vermiş olsaydı da zerrece fark etmeyecekti. Çünkü nereden olursam olayım – bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım. s:191
Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür. s:244
Özellikle üsteki alıntıladığım kısım epey sert bir gönderme; kitabın başında tıp öğrencisi olan erkek arkadaşı ona farklı aylarda düşmüş bebeklerin/ceninlerin bir cam kavanozdaki hâllerini gösteriyor. Bu bana 2011 yılında İstanbul’a gelen BodyWorlds sergisinde gördüklerimi anımsattı. Orda da hafta hafta bir bebeğin ne durumda olduğunu cam fanuslardan görebilme şansı olmuştu.