“Alnını ve ayaklarını açıkta bırakmışlardır değil mi?”
Soruma yanıt beklemiyordum. Amacım bu garip sessizliği bozmaktı. Yasin kafasını bana doğru çevirip baktı:
“Öyle bir şey mi varmış lan?”
Filmin en heyecanlı yerinde dürtmüşüm gibi sinirli ve bıkkın bakıyordu. Filmin en heyecanlı yerini geçmiştik aslında. Muzaffer’in annesini az önce kabrin içine koymuşlardı. Muzaffer kürek kürek toprak atmaya başlamıştı annesinin üzerine. Gömlek cebimden sigara paketimle çakmağımı çıkardım. Çakmak taşı terden ıslanmıştı. Yanmıyordu bir türlü. Yasin bana bakarken sırtını dikleştirmiş, ellerini kürek kemiklerine ulaştırmaya çalışıyordu. Başaramadı. Dört kolluyu önce ben taşıyacağım diye kalabalığı göbeğiyle yarmış, beni de peşinden sürüklemişti. Ne olduğunu anlayamadan kendimizi Muzaffer’in annesinin ağırlığının altında ezilirken bulduk. Tabutu kabrin yanına bırakır bırakmaz kalabalığın arasından sıvışıp şimdi oturduğumuz tepeye geldim. Yasin de on – on beş dakika sonra yanımdaydı. Virgül gibi yamulmuş, sarkan göbeği yüzünden göremediği kemerini düzeltmeye çalışıyordu. Yasin’in belinde iki, boynunda üç adet fıtığı var.
“Cevap versene!”
“Bir yerlerde öyle okumuştum. Sana da sorayım dedim ulan, kötü mü ettim?”
Hava zaten sıcaktı, tozluydu. Ağzımda yakamadan tuttuğum sigaram da yere düşmüştü. İmamın emaye tencereye sürten çatala bezeyen sesiyle okuduğu dualar bende Yasin’i daha da sinirlendirme isteği uyandırıyordu.
“Allah’ını seviyorsan daha fazla konuşma Ertan. Bugün Muzaffer’le konuşmamız lazım, biliyorsun…”
Biliyordum elbette. Muzaffer’e bizim oturduğumuz apartmanı yıktırtıp yeniden yaptırtacaktık. Ne de olsa eski arkadaşımızdı. Lisede üç koca yıl beraber okumuştuk. Muzaffer çok iyi futbol oynardı. Bir ara Fenerbahçe’ye transfer olacağını bile duymuştuk. Sözleşme imzalamaya gitmeden önce babası eşek sudan gelinceye kadar dövmüş meğer. Muzaffer nasıl olduysa müteahhit olmuştu. Başka sigaram da kalmamıştı. Düşeni alayım diye düşündüm ama mezarlıkta yere düşen sigarayı ağzıma almayı içim kaldırmadı nedense. Konuşmak vakit geçirmek için şimdilik en iyi seçenekti.
“Neden ölmüş annesi?”
“Deprem günü korkudan tansiyonu fırlamış. Sonra da felç inmiş…”
İkimiz de birbirimize bakmadan konuşuyorduk. Muzaffer kabirden zıplayarak yukarı çıkmıştı. Uzun boyluydu zaten. Yıllar içinde hiç kilo da almamıştı.
“Bizi tanımış mıdır sence?”
“Tanıdı tabii ki… Gülümsedi. Allah razı olsun dedi…”
Yasin arada aldığı nefeslerden güç alıp kendini ikna etmeye çalışıyordu. Gözünü merasimden hiç ayırmayıp Muzaffer’i aralıksız takip edişinden belliydi bu.
“Güneş gözlüğünü hiç çıkarmadı ama?”
“Yani?”
“Yani… Tanısaydı gözlüğünü çıkarırdı bence.”
“Bunu da mı bir yerlerden okudun yoksa?” diye tükürür gibi sordu Yasin.
Mezar kapatılmış, son dualar da bitmişti biz konuşurken. Kalabalık dağılmış, Muzaffer kendisini bekleyen pala bıyıklar eşliğinde mersedesine geçmişti bile.
Ben de ayağa kalktım. Yasin’e elimi uzattım,
“Kalk hadi, fıtığın patlayacak böyle otura otura…”
Uzattığı elini bileğinden tuttum kalkması için. Dik duruma gelmesi birkaç dakika sürdü.
“Çok kilo aldık ya ondan tanımamıştır bizi lan…”
“Şu ev işini halledelim de salona yazılalım Ertan.”
“Tamam. En azından cesedimiz hafif olur.”
“Hem kimsenin fıtığını da patlatmayız.”
Gülmemizi saklayarak mezarlık kapısındaki otobüs durağına doğru yürümeye başladık…