Online dizi ve film devi Netflix’in yoğun reklamlarla tanıttığı taze prodüksiyon Jessica Jones hakkında Twitter’da takip ettiğim bir hesap kısa süre önce şöyle bir paylaşım yaptı: “Senelerdir beklediğimiz ve hak ettiğimiz feminist süper kahraman sonunda geldi: Jessica Jones.” Merakla izlemeye başladığım dizi hakkındaki görüşlerimi bir araya topladım.
Baştan söyleyeyim: Bir çizgi roman okuru değilim, fakat dizi ve film izleyerek geçirdiğim zaman dilimi, izlediklerimden bazı standartlar bekleme gafletine düşmeme neden oluyor. Hem feminist, hem de çok hücreli ütopyasevici kimliklerimden dolayı bu yapım beni oldukça heyecanlandırdı ve merakla izlemeye koyuldum. Eğer hikâyenin gidişatı ile ilgili bilgi sahibi olmak istemiyorsanız yazının buradan sonrasını okumayınız.
Jessica Jones, New York’ta yaşayan, insanüstü kas gücüne sahip bir özel dedektif ve aynı zamanda yakın geçmişinde cinsel ve duygusal şiddete maruz kalmış, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir genç kadın. Fazla vakit kaybetmeden yaşadığı travmanın detaylarını öğreniyoruz: Şehirdeki tek süper güçleri olan kişi Jessica değil. Kendisine şiddet uygulayan kişi, insanların iradelerini eline geçirerek onların istek ve davranışlarını kontrol edebilen Kilgrave adlı bir erkek karakter.
Hikâye, Jessica bu travmatik deneyimden kurtulduktan bir sene sonra başlıyor. Bunun sebebini ise yönetmen Melissa Rosenberg bir röportajında şöyle açıklıyor:
“Tecavüzün nasıl göründüğünü hepimiz biliyoruz. Sanırım bunu hepimiz televizyon ekranlarında yeterince gördük, benim bir tanesine daha tahammülüm yoktu. [Tecavüzü] göstermek yerine, tecavüzün yarattığı yıkımı deneyimlemek istedim. İzleyicilerin tecavüzün [mağdurda] bıraktığı izleri hissetmesini istedim.”
Kötü karakter Kilgrave’in en önemli özelliği, aynı zamanda bu yapımı benzerlerinden ayıran en önemli özellik: Kurbanlarının bilincinin, etki altında oldukları süre boyunca tamamen kapalı olmaması. Yani kurbanlar, aldıkları komutları birer refleks olarak uyguluyorlar fakat bilinçleri bunları iyi – kötü süzgecinden geçirecek kadar açık. Yani tıpkı gerçek şiddet mağdurları gibi kendi iradeleri dışında gerçekleşen fakat canlı canlı yaşadıkları bu korkunç deneyim sonraki yaşamlarında da suçluluk ve utanç duymalarına neden oluyor. Bu da hikâyeyi oldukça gerçekçi ve can alıcı kılıyor.
Mağdurlar bir araya geliyor
Jessica’nın ilk diğer Kilgravezede ile karşılaşması, bir ailenin kızlarının kayıp olduğu gerekçesi ile dedektif Jessica’ya danışması ile gerçekleşiyor. Araştırma esnasında Kilgrave tarafından alıkonduğu anlaşılan Hope adındaki kayıp genç kadın, Jessica tarafından bulunup kurtarılmasının hemen ardından anne ve babasını silahla vurarak öldürüyor. Bunu kendi iradesi ile yapmadığını bilen ve kendini sorumlu hisseden Jessica, Hope’un masumiyetini kanıtlayabilmek için tüm korkularına meydan okuyarak Kilgrave’i bulup ona suçunu itiraf ettirmeyi kafasına koyuyor.
Kanunen “zihin kontrolü” bir suç sayılmadığı için nasıl yargılanacağı bilinmeyen Kilgrave, salt bir tecavüzcüden ibaret değil. Aksine, hemen her kadının gayet iyi tanıdığı, sömürgeci ve baskıcı erkek arkadaş modeli. Ayrılmak isteyen sevgilisini döven, işkence eden ve ertesi gün elinde çiçekle kapıda beliren erkek o. Yüzleşme esnasında Jessica’nın kendisini tecavüzcülükle suçlaması ile dünyası yerle bir olan Kilgrave, onun duygularını “Seni en lüks otellere, en iyi lokantalara götürdüm; sana her şeyin en iyisini aldım” diyerek manipüle etmeye çalışıyor. Yani öyle ki, bulunduğu şiddet ve istismarın farkında bile değil. Ona göre Jessica bir nankör, çünkü bir kadını güzel bir otele götürmenin, şık bir lokantada yemek ısmarlamanın karşılığı elbette kadının onun her arzusuna boyun eğmesidir. Ona göre bu bir istismar değildir, çünkü tahakkümün bedeli ödenmiştir.
Kilgrave: Ataerkinin insan vücudundaki tasviri
Esir aldığı kadınları gülümsemeye zorlayan Kilgrave, bu yönüyle kadına tartışma, fikir belirtme veya herhangi bir konuda konuşma hakkı vermeyen ataerkiyi mükemmel biçimde somutlaştırıyor. Diğer mağdur Hope yaşadığı şiddeti “Kelimeler aklımdaydı fakat ta en arkada. Sanki küçücük bir yankı gibi” diyerek ifade ediyor. Bu tam da hayatının kontrolü babası, kocası veya erkek kardeşi tarafından elinden alınmış, söz hakkı tanınmayan kadınlığın ta kendisi değil de nedir?
Kelimelerle zorlukla ifade edilebilen boyutlardaki bu şiddetin üstesinden gelmek elbette kolay değil. Bunu, diğer Kilgravezedelerin bir araya gelerek oluşturduğu terapi grubu üyelerinin dizinin son bölümüne kadar iyileşmemesi de çok güzel bir şekilde onaylıyor. Sezon finaline kadar mağdurların hiç biri gündelik yaşantılarına tamamen entegre olamıyorlar. İçlerinde yalnızca kadınların değil, aynı zamanda erkeklerin de olduğu grup, ataerkinin tek kurbanının kadınlar olmadığını da nazikçe, fakat çok da gözümüze sokmadan hatırlatıyor. Kadın veya erkek – hiçbir mağdur yaptıkları yüzünden kendini affedemiyor ve utancın üstesinden gelemiyor.
Jessica Jones, şiddetin yalnızca bedensel değil, aynı zamanda duygusal düzlemde de gerçekleştiğinin altını çiziyor, fakat bu mesajı iletme gücü yeterli değil. Eğer bu sorunu daha belirgin bir biçimde dile getirebilmiş olsaydı, belki de ilk defa bir televizyon dizisi duygusal şiddet ismindeki bu görünmez sorunun büyük kitlelerce tartışılmasının önünü açabilecekti. Fakat fazlasıyla soyut biçimde işlenmiş bu sorun çok yazık ki zaten feminist bir bakış açısına sahip insanların görebileceği nitelikte.
Yine de Jessica Jones, kimse tarafından olmasa bile kadınlar tarafından baş tacı edilebilecek bir dizi. Zaman bulanların mutlaka bir göz atmasını öneririm.