Bazı yazarların hayatımızda kapladığı bir dönem vardır. Bazı kitapların da öyle… Burada, hayatıma dair bir şeylerden bahsedeceğim. Daha çok da Tezer Özlü’nün kitaplarıyla kesişen günlere dair bir takım geçmiş izlerinden, edebiyatın ve hayatın iç içeliğine dair bir şeyler ama daha çok bir yazarla, okuru arasındaki ilişkinin güncellenme serüveni…
Kış; Milenyum Öncesi ve Hemen Sonrası
Kendi varlığımın sancısıyla boğulurken ve neden yaşadığıma bir anlam bulamazken, gördüğüm her şey kocaman bir kirlilikten ibaretse ve atıl kalmışsam yaşam karşısında.
Mutsuz ve umutsuzsam hatta. Yeni bir şehre gitmişsem. Karanlık ve kasvetli sokaklarını sevmemişsem. Yüksek ve birbirine bitişik apartmanlar ve şehrin tarihinin kaybolduğu; manifaturacı, tuhafiyeci, ayakkabıcı ve bil cümle kalabalık.
Didikliyorsam şehri, köşe bucak soluk alacak yer arıyorsam. Bozkırın ortasındaysam ve güneş tüm görkemiyle batarken uyanıp, bir sigara yakıyorsam. Uzak boşluklardaysa benliğim. Kendimden bir kendim yaratırken hırçınsam, üstelik kabullenemiyorsam. Kabullenmek istemiyorsam.
Bir bütünü göremiyorsam, bir bütünü bütün yapan parçaların her birine yabancıysam. Sürekli insan hikâyeleriyle yüzleşip öfkemi içime sıkıştırıyorsam. İnsan olmak ve insan kalmak için tırmalıyorsam duvarları. Uzağa, uzağa nereye kadar diye düşündüğüm günlerde okumaya başladım Tezer Özlü’yü.
Tezer Özlü’yü okumanın, yalnızlığı hafifleten bir yanı vardı. Okudukça gündelik yaşamın ayrıntılarına saklanmış isyanı, kabullenmezliği, yalnızlığı ve duyarlı olmanın bu ülkenin okullarında, sokaklarında, evlerinde sıkıştırılmasını görüyordum. Bazı satırların altını çiziyordum. Bazı sayfaları tekrar tekrar okuyordum. Acının insan olmaktan kaynaklanan acının, artık olmayan yazarların, aslında hep içimizde olan yazarların, tümcelerin, yaşamın ve ölümün sınırlarında Tezer’in bıraktığı ize bakıyordum.
Alıntı
“Flash back. 1971. İstanbul’daki ev.
Kadın manik depresyon içindedir. Evde. Odada bir kadın daha var. Herhalde annesi (60 yaşında). Ağabeyi (37). Kocası (30). Bir erkek arkadaşı (35). Üç erkek de solcudur… Bir yandan kadının hastalığına üzülürler, öte yandan da politik sorunlar üzerine tartışırlar. Bu sahneyi kamera ile kadının gözünden gözlemlediğimiz için, erkekler arasında konuşmanın bağlantısını anlayamayız. Kadın yalnız sözcükler duyar…
konuşan üç erkek… Fısıldayarak:
-Faşistler…
-Generallerin yeni düzeni…
-O da mı hapiste?
-Benim hapse girip çıktığımı bilmiyor…
-Ağır politik olaylarda hep depresyona giriyor…
-Balkondan aşağıya atlamak istedi…
vs…
Zil çalar. Doktor elektroşok aletleriyle eve gelir. Kadın onu görünce çok korkar. Çevresinde üç erkeğin sohbet ettiği masanın altına saklanır. Korkudan çığlık atar, kendisine elektroşok yapılmasını istememektedir. Doktor bağırır.
Doktor:tutun onu!sıkı tutun!
Ağabey kaçar. Anne de kaybolmuştur. Kocası ve erkek arkadaşı ki iri, yapılı bir gençtir, onu tutarlar. Divanın üzerine yatırırlar. O kol ve bacaklarını oynatarak onlara karşı koymaya çalışır. Bağırır.
Doktor: Tuz getirin…
Erkekler kadının üzerine abanır.
Doktor: ağzına dudaklarını ısırmasın diye bir şey koyun! Şok makinesini başına bağlarlar.
Şok komasında kadın.
Dış ses. Kadın:
-Artık beni elektroşokla öldürecekleri noktaya gelindi. Ne yaptım ki ben onlara, beni elektrikle öldürmeye kadar abartılar işi. Ölümüm onlara ne getirecek? Ölümcül tedavi yöntemleri. Kimseyi bağışlamayacağım. Kimseyi… Bu ölümü… Bununla ölündüğünü biliyorum… İşte oraya vardık…” [1]
Milenyumun Hâlâ Başı, 2005 Bile Olmamış
Zaman geçiyordu. Artık o kentte yaşamadığım günlerdeydim. Büyüdüğüm kentte döndüğüm, büyüdüğüm kentte kaçtığım günlerde yağmurlu bir sonbahar günü mutfaktaydım. Mutfak çaydanlığın buharından sıcaktı. Yere attığım minderlerin üzerine oturmuş Bab-ı esrar dinliyordum. İçimde garip bir acı dolanıyordu. “Ben olmasam sen ölmüştün” sözcüklerini düşünüyorum. Ben-olmasam-sen-ölmüştün. Ölmek yakınında dolaştığım “başka türlü bir şey benim istediğim” yeriydi; ölmek, “leon”, ölmek, “shine on you crazy diamond”, ölmek, yaşarken gördüğünün başka bir dünya olduğunu bilmek hali, ölmek, sınırında dolaşmaktan keyif aldığım yerdi. Bu yerin hiç anlaşılmamış olması, anlaşılamamasının yanında güçsüzlükle yaftalanmaktan, belki de, içimde bir acı birikiyordu. Bir itkiyle yerimden kalkıyor, içeriye geçip, bir kitapla mutfağa dönüyordum.
Tezer, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabının kapağından sıcacık gülümsüyor. Bakışları sevecen, güleç, anlayışlı, baktığından başka bir şeye bakar gibi bakışlarıyla bana “her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu”[2] diye soruyor ve devam ediyor “bu yaşam beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.”[3] İyi bir dosttan nasihat almış gibi, yüzümü kâğıda ve kaleme dönüyorum.
Milenyumun İlk On Yılı Daha Bitmemiş
Aradan yıllar geçiyor. “Çocukluğumuz üstüne kâbus gibi çöken eski kuşaklar, bilinçli yıllarımızı da elimizden almayı başaramayacak. Biz mutlu isek, mutlu olmayı istediğimiz ve bunun için çaba harcadığımız için mutluyuz.”[4] diyen kadını, kendimi mutlu hissettiğim yerde Köyceğiz’de yeniden buluyorum. Çünkü Köyceğiz’de, Kaunos Altın Aslan Film Festivali var ve davetlilerden birisi yönetmen Erden Kıral. Erden Kıral’ı ilk defa Tezer’in yazdıklarından tanıdığımdan olsa gerek, onun festivale gelişi beni Tezer’in yazdıklarına götürüyor.
Alıntıdır
“Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışacak insanlarla dolacak. Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli havaalanlarına doğru gökyüzünde yol alacak. Gemiler, arabalar, eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferansına katılmak için bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yoldadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah.”[5]
Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir akşam. Kanser tedavisi görürken girdiği ameliyattan çıkan Tezer’in, yanına giren Leyla Erbil’e üzülme deyişini düşünüyorum. “Üzülme,”[6] sözcüğü, hissettiği duygulardan dostuna damıttığı. Giderken ardında kalana söylediği. Tüm yazdıklarıyla aynı değil mi diyorum kendime. Pavese’ nin odasına girdiğinde -“sanki onu canlı bulacak ve kendisini öldürmesine engel olacakmış gibi bir his taşıyor.”[7]– düşündükleriyle aynı değil mi? Elimizi her uzattığımızda bizi saracak tümceleriyle aynı değil mi? Tezer’in ölümünün ardından geçen zamanı düşünüyor ve birazdan doğacak güneşi karşılamak için kendime bir kahve yapıyorum.
Başka Bir Kent
Kitabevleri vakit geçirmek için harika yerlerdir ve bazen hiçbir şey almak istemeseniz de kendinizi yeni bir kitap almış bulursunuz. Elinizde okuduğunuz kitabınızın olması da hatta bir sürü kitabı okumak için sıraya koymuş olmanız bile bir anlam ifade etmez. O gün kızımla birlikte başıma gelen de buydu.
Kitabevine girer girmez görmeyi beklemiyordum. Yeni çıkan kitaplara göz gezdirirken oldu. Tezer’in yeni çıkan kitabı raftaydı ve bu kitap, çıkmasını nicedir beklediğim ama artık çıkmaz herhalde dediğim de bir kitaptı. Görünce hiç düşünmeden alacağım kitaplardan. Ne tesadüftü! Bugün karşılaşacağımızı hiç beklemediğimden aslında bu bir sürprizdi bile diyebilirdim. Ama iyi bir sürpriz miydi? Emin değildim. Çünkü Tezer, yazmayı düşündüğüm onca şeyle meşgulken, dilime sızan, düşüncelerimi kendine çekmeyi başaran bir yazar olarak tehlikeli bir yazar da sayılırdı.
Yine de görmezden gelemezdim. Dediğim gibi bazı kitaplar böyledir. Kızım da beni kendisine böyle hızla çeken kitabın ne olduğunu öğrenmek istemiş olmalı ki aldığım rafa yönelip, dikkatle baktı ve kapağındaki resmi işaret etti.
“Bu yazar sana benziyor.”
Benzemek Mi?
Aslında bir benzerlik varsa ben ona benziyordum. Çünkü o gözlerini dünyaya benden önce açmıştı. Evet, bazen ona benzediğim doğruydu ve bu benzerliği yaratan şey onun edebi becerisiydi. Tabii ki bu konu küçük bir çocuğun anlayabileceği bir şey değildi. Ona bundan bahsedemezdim. Bazı şeylerin yarattığı tahribatla ilgili bir şeyler söylemekse ancak başka bir hikâyenin konusu olabilirdi. Sosyal, kültürel ve ekonomik öğelerin hayatımıza sundukları ya da sunamadıkları üstüne bir makale de yazılabilirdi ama bunları boş verip söze onun açtığı yerden devam ettim.
Diyaloglar
“Evet, aslında benziyoruz. Ne yapsam saçlarımı mı kestirsem? Rengini mi değiştirsem?”
“Niye ki?”
“Bu kadar benzemek bence iyi bir şey değil.”
“Bence iyi bir şey.”
Aslında…
Aslında Tezer’e görünüş olarak benzediğimi pek düşünmem. Beni ilgilendiren yazı dilim üstünde yarattığı manyetik etkidir. Bu benzerliği her bulduğumda da bundan hızla uzaklaşmak isterim.
Kitabı aldığımda okumaya başlamama sebeplerimden birisi de buydu. Yazmayı düşündüğüm bir şey vardı. Önce onu etkilemesin diye okumayı erteledim. Sonra okuduğum kitabı bitirdim. Hâlâ kitaba başlamak konusunda isteksizdim. Çünkü aklımdan sürekli, “yine yazıma sızacak mı? Beni duygusal ve düşünsel olarak bir dehlizin içine çeker mi?” gibi sorular geçiyordu. Bu sorularla bir gölge dansı yapmaktan vazgeçip, çok fazla oyalanmadan yüzleşmek en iyisiydi. Kendime bir kahve yaptım, kütüphanemden kitabı aldım. Koltuğa uzandım ve okumaya başladım. Daha ilk sayfaları yeni geçmiştim ki telefonum çaldı.
Bazı İnsanlarla Edebiyat Da Paylaşılır
…
“Naber? Napıyorsun?”
“Kitap okuyorum.”
“Hımm. Güzel. Ne okuyorsun?”
“Tezer Özlü.”
“Yine mi hortladı o kadın?”
İster istemez gülüyorum. İçimden yeni bir kitabının çıktığını bilmiyor olmalı diye geçiyor ve hemen sonra da aklıma, eskiden olduğu gibi, yüzümü Tezer’e döndüğüme göre içimde derin sarsıntılar olduğunu düşünmüştür diye geçiyor.
“Yeni kitabı çıkmış, görünce almadan, alınca da okumadan duramadım.”
Onunla dalga geçtiğim sanısıyla, sesinde inanmaz bir tonla soruyor:
“Tezer! Yeni bir kitabı mı çıkmış!?” Sonra o da gülüyor. “Ölü kadın!”
“Gülme.” diyorum. “Ciddiyim. Hatta sana kitabının adını da söyleyeyim: Yeryüzüne Dayanabilmek.”
“Yazıyla kurulan ilişkiye dair ilginç bir bakış açısı: Dayanabilmek için yazı.”
“Evet. Mesela Marquez’de yazmak için yaşamak der.”
“Aslında, yazmak için dayanmak, yaşamak için yazmak da denilebilir mi?”
Telefon konuşması bu eksenden uzun süre devam ediyor. Kapatınca kitaba tekrar başlamaktansa Tezer’le ilgili geçmiş notlarıma göz atmak istiyorum. Bu arada kahvem soğuyor. Neyse ki kahvemi soğuk da içebiliyorum.
Kısa Bir Not
“Bugün Tezer’le ayrıldığımız kavşaktan sonra ne kadar yol aldığımı düşünmek istiyorum. Bu yol acının sızlatıcı etkisinden, o karanlıktan, yok oluşa ve sonra var olmaya doğru ilerliyor. Üstelik ay ışığı beni yine kucakladı. Dün öğleden sonra yine Tezer okumaya başladım. 03:24’de kitapları bitti. Artık yorgunum.” 2009
Notlar, “Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmalarını”yla ilgili yazdıklarımla devam ediyor.
“Gitmek istediğimiz sokaklardan, evlerden, günlerden ve gecelerden sonra onun belki de yeryüzüne dayanabilmek için yazdığı satırları, sakince, biraz üzerine düşeni yapmış okur rahatlığıyla ve keyifle okudum.”
Tezer Özlü ‘nün Yeryüzüne Dayanabilmek’i Bittikten Sonra
“Alo.”
“Ölü kadından mektuplar, bitti mi? Nasıl buldun?”
“İyiydi. Tezer, sanki söylemeyi unuttuğu bir şeyi hatırlamış, geldi, söylemek istediğini söyledi, anılar çekmecesine yenilerini yerleştirdi ve gitti.”
“Bir gün yine aynısını yapar mı?”
“Bilmem. Belki. Yeni bir kitap, yine bir gün. Saç rengim farklı!”
“Saç rengi mi? Saçını mı değiştireceksin? Ne oldu? Bunalıma mı girdin?”
“Kadınlar ve onlara dair yargılar! Bunalımda olmadan saçımı değiştiremez miyim?”
“Onu demek istemedim. Hani Tezer’i de okuyunca.”
Konuşma böyle sürüyor. Son günlerde “Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmalarını”na biraz yakından bakıyorum. Geçmişin anıları/geçmiş anılar, demek geliyor içimden ve nasıl olmuşsa olmuş olduğunu ve bu sefer artık Tezer’den uzaklaşmış olduğumu anlıyorum ama neyse ki, edebiyattan değil.
Yazarlar ve kitaplar değişir. Dönemler ve olaylar değişir. Yine de bazı kitapların sessizce bize arkadaşlık ettiği ve yine bazı kitapların bazı dönemleri hatırlattığı ve geçmişte kaldığı doğrudur. Kim bilir? Belki de iyi ki böyledir.
[1] Tezer Özlü. Zaman Dışı Yaşam. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-260. İstanbul. 1998, ss. 37-38.
[2] Tezer Özlü. Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-29. 7. Baskı. İstanbul. 2000, s. 21.
[3] Tezer Özlü. Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-29. 7. Baskı. İstanbul. 2000, s. 21.
[4] Tezer Özlü. Kalanlar. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-65. 4. Baskı. İstanbul. 2000, s. 31.
[5] Tezer Özlü. Eski Bahçe-Eski Sevgi. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-32. 6. Baskı. İstanbul. 2000, ss. 86-87.
[6] Tezer, Özlü. Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-436. 2. Baskı. İstanbul. 2001. s. 21.
[7] Tezer Özlü. Zaman Dışı Yaşam. Yapı Kredi Yayınları Edebiyat-260. İstanbul. 1998, s. 35.