“…Erksan’ın tutkuları, eserlerindeki kişilerin tutkularıyla kaynaşarak, filmlerinin başka hiçbir rejisörün eserlerinde rastlanmayan o kendine has fırtınalı dünyasını meydana getirmektedir.
Erksan, büyük sanat eserleri yaratmak için gereken ilk şartı başarmış, kendi özel dünyasını kurmuştur.”
Halit Refiğ
1929 yılında Çanakkale’de doğan Metin Erksan, Pertevniyal Lisesi’nin ardından, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. Dünyaca ünlü sanat tarihçilerinin öğrencisi olan, bunun yanında Halide Edip Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimlerden de ders alan Erksan, 1947 yılından itibaren çeşitli dergi ve gazetelerde sinema yazıları yazmaya başladı. Metin Erksan’ın fiili sinema yolculuğu ise, 1952 yılında senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı, Aşık Veysel’in hayatını konu alan Karanlık Dünya adlı filmin yönetmenliğinin kendisine teklif edilmesiyle başladı. Ama bu yolculukla birlikte başlayan çok başka şeyler de vardı…
Çektiği filmlere öznel tarzını yansıtan, eserlerinde onun imzası olarak nitelendirilebilecek üslup özellikleri seçilebilen, sanat yaratımından önce kendine ait bir sanatsal dünya yaratıp, asıl meydana getireceklerini de bu dünya içinde işleyebilen yönetmenlere “otör (autheur) yönetmen“ diyoruz. Bu terim, günümüzde pek çok farkı şekilde tanımlanıp, pek çok farklı yönetmene yakıştırılıyor olsa da, ülkemizde “otörlük” sıfatıyla anılan pek az yönetmenden birinin de Metin Erksan olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Her zaman severek ve hayranlıkla andığım yönetmen, birkaç gün önce izlediğim, ismi “The Exorcist” olan 1973 yapımı orijinal versiyonundan uyarlanan Şeytan (1974) adlı filmiyle yeniden aklıma düşünce, bana da oturup bu satırları yazmaktan gayrisi kalmadı doğrusu. Hani Şeytan canım biliyorsunuz, çeşitli video paylaşım sitelerinde göze çarpan, hatta neredeyse gözümüze girecekmiş gibi duran hatalarla dolu sahnelerini izleyip eğlendiğimiz ama aslında küçük bir çocukken izleyip de fena halde tırstığımızı bir türlü kimseye itiraf edemediğimiz o film…
Bir “kurum” komedisi olarak sansür kurulu
Erksan’ın gördüğü temel eğitimden kaynaklanan, kendi sinemasına has, cüretkar, evrensel sanat kalıplarını benimseyen plastik fikirleri o zamanlar da vardı elbet. Ancak “Sansür Kurulu” daha çok, filmde hayatı işlenen Aşık Veysel’in çiçek hastalığı yüzünden görme yetisini yitirmesi, tarlalardaki ekinlerin cılız ve sağlıksız görünmesi, köylü kadınların ayaklarında ayakkabı olmaması gibi “ülkeyi batı dünyasına kötü gösterecek” birtakım ayrıntılara takıldığından, filme bir türlü geçiş izni vermedi. Bahsi geçen sahneler sürekli olarak değiştirilse de, Amerikan filmlerinden altın başaklarla dolu tarla sahneleri eklense de bizim kurul filmi sevmemişti bir kere.
Karanlık Dünya, Türkiye’de tümüyle yasaklanan ilk Türk filmidir. Ancak çekilmesinden bir yıl sonra, yapımcısının eklemeleri ve düzeltmeleriyle gösterime girebilmiştir. Bu haliyle de hala bir Metin Erksan filmi sayılabilmiş midir, orasına tarafımca karar verilememiştir!
Eleştiri oklarının hedefinde bir asi
Erksan’ın talihsizlikle neticelenen bu ilk çabası, onun yaşayacağı tek hayal kırıklığı olmayacaktır. Çektiği her filminde, farklı mecralarca acımasızca eleştirilen yönetmen, yine de kendi dilinden ve özgünlüğünden vazgeçmeyecektir. Erksan, Yeşilçam geleneklerinin oldukça baskın ve belirleyici olduğu, hatta Yeşilçam haricinde durmanın yegâne yolunun siyasi içerikli filmler çekmek olduğu görüşünün sektörde oldukça yaygın şekilde benimsendiği bir dönemde, sanatsal bir altyapı ve farklı bir üslupla ele aldığı, evrensel ve insan merkezli sanat anlayışına daha yakın duran şablon dışı filmleriyle, kendi sanatını oluşturmanın farklı yollarının olabileceğini göstermiş, bağımsız bir yönetmendir.
Ona göre “Evrensel sinemaya ulaşmanın yolu, ulusal sinemayı yaratmaktan geçer.” Türk Sineması’ndaki Toplumsal Gerçekçilik hevesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan “Ulusal Sinema” akımının öncülerinden olan Metin Erksan, Yeşilçam öğretisine yeni bir soluk, düşünsel bir dinamizm getirerek sinemanın salt kitleleri eğlendirme amacı güdemeyeceğini, üzerine ciddi şekilde kafa yorulması gereken bir sanat dalı olduğunu daima savunmuş, zaman zaman “aykırı” ve “asi” tabir edilen açıklamalarıyla da şimşekleri üzerine çekmekten hiçbir zaman kaçınmamıştır.
Erksan’ın 1970 öncesi dönemde çektiği unutulmayacak filmlerinin arasında: Sadri Alışık, Mualla Kaynak, Neşe Yulaç ve Kadir Savun’un oynadığı, kendisinin de en sevdiği filmi olarak nitelendirdiği Hicran Yarası (1959), Sezer Sezin, Kenan Pars ve Sami Hazinses’li Şoför Nebahat (1960), Fakir Baykurt’un aynı isimli eserinden senaryolaştırdığı, Fikret Hakan, Nurhan Nur, Aliye Rona, Erol Taş ve Kadir Savun’lu Yılanların Öcü (1962), Ayhan Işık, Türkan Şoray, Ekrem Bora ve Nebahat Çehre’nin rol aldığı Acı Hayat (1962), ülkemize uluslar arası anlamda ilk ciddi başarıyı(1964 Berlin Film Festivali Altın Ayı Ödülü) getiren, Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan’lı Susuz Yaz (1964),yönetmenin sinema üslubu nedeniyle bir fenomen haline gelen, Müşfik Kenter, Sema Özcan ve Süleyman Tekcan’lı Sevmek Zamanı (1965), ve Nil Göncü, Hayati Hamzaoğlu ve Aliye Rona’nın rol aldığı Kuyu (1968) gibi eserler sayılabilir.
Erksan’ın mülkiyet meselesi
Popüler sinema anlayışında hikaye çoğunlukla kötülerin, kötülük yapanların ya da bir şekilde kötülüğe bulaşanların yenilgisi, çöküşü ve yok oluşuyla sonuçlanırken, Metin Erksan filmlerinde suç ve ceza kavramı daha farklı dinamiklere dayanmaktadır. Örneğin, Yılanların Öcü’nde toprağı sahiplenen Haceli’nin başına gelenler anlatılır.
Ülkemizde yine sansür engeline takıldığı için ilk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılabilen Susuz Yaz’da, suyu sahiplenen, bu uğurda yalancı, iftiracı ve hatta katil olan Osman (Erol Taş), kardeşi Hasan (Ulvi Doğan) tarafından yine o sahiplendiği suda öldürülür. Kuyu’da ise bu kez bir insanı sahiplenme, insan mülkiyeti durumu gözler önüne serilmektedir. “Mülkiyet” çoğunlukla suçun kaynağıdır. Acı Hayat, Suçlular Aramızda, Sevmek Zamanı, Sevenler Ölmez gibi filmlerinde de yönetmen, yine mülkiyetten ve sahip olmadan kaynaklı sosyal ve maddi statü farklarının neden olduğu trajik olayları seyirciye sunmaktadır.
Yeşilçam kalıplarının dışında ama içinde
Fransız sinema tarihçisi Georges Sadoul (1904-1967), Erksan’ın Sevmek Zamanı adlı filminden bahsederken “Sinemada sınıf çatışmalarının en sert ve net biçimde görülebildiği metin” tanımını kullanır.
Klasik zengin kız, fakir erkek anlatısına dayanan bu filmde Erksan, aşkın bilinen tanımının tamamen dışına çıkarak ona bambaşka bir boyut kazandırmıştır. Özellikle Doğu edebiyatında örneğine çokça rastlanan (bkz. Leyla ile Mecnun) sevgilinin kendisine değil, “suretine aşık olma” mevzusu, bu filmde İstanbul’un siyah-beyaz atmosferini de arkasına alarak karşımıza çıkar. Burada temel olarak yönetmenin yaptığı, kültürümüze ait bir hikayeyi alarak -klasik Yeşilçam melodramlarından biraz daha farklı olarak- daha yaratıcı ve daha sanatsal bir bakış açısıyla yeniden şekillendirmektir. Konudan ziyade karakterin üzerine eğilir.
Çünkü Metin Erksan, Yeşilçam karakterlerinin geleneksel iyi-kötü ayrımını benimsemez. Onun karakterleri tutkularıyla hareket eden, aydınlık taraflarının yanında karanlık özelliklerini de bünyelerinde barındıran, iyi mi yoksa kötü mü olduğuna öyle hemen ilk bakışta karar verilemeyen, derinlikli, özgün, tutkulu ve yalnız karakterlerdir. Onun karakterlerinin ruhsal durumu, çevrelerindeki atmosferle birlikte değişir.
Metin Erksan, karaktere ve öyküye en uygun sahne ve dekoru seçmede de son derece yaratıcı ve başarılı bir yönetmendir. Tüm bunlar ele alınarak bakıldığında yönetmenin Yeşilçam geleneğine bambaşka bir ruh kazandırdığını söylemek, yanlış bir önerme olmayacaktır.
Sinema “rejisörün” işidir
Bir sinema eserinin altına imzasını atacak yalnızca bir tek kişinin olduğunu, bu kişinin de filmin yönetmeni olduğunu savunan Metin Erksan, entelektüel kişiliği ve asi tavırlarıyla Türkiye’de her zaman şimşekleri üzerine çeken, eleştiri oklarına maruz kalan, yine de yaptığı filmlerle adından çokça söz ettiren bir yönetmendir. Türk sinemasının en anlaşılamayan, en çok eleştirilen ve en çok ödül reddeden yönetmeni olan, farklı üsluplar demekten korkmayan, düşündüğünü söylemekten çekinmeyen, ne yaptığını farkında, sanatı bilen ve sanata değer veren Erksan’ın, benim için Türk ve hatta dünya sinema tarihinde bağımsız ve dokunulmaz bir yeri vardır.
Bu nedenle yazımı yine onun, o kendine has kafamıza kafamıza vurma efektiyle birlikte söylediği sözlerle bitirmek istiyorum:
“Ne demek ‘rejisör’? Nereden geliyor ‘reji? Rejimantasyon! Reji, tekel, insan, bu demek! … Sinema kolektif bir iş değildir! Sinema, bir tek kişinin iradesi ve isteği dahilinde yapılan bir sanattır!”