“Dostlarım, şimdi ben size büyük bir şey söyleyeceğim. Son Yargılama gününü beklemeyin. O, her gün olmaktadır. ” (Düşüş, 1956)
17’nci yüzyılın modern felsefenin başlangıcı olduğu yönünde ortak bir kanı vardır. Eğer böyle geleneksel bir yoruma girişilecekse, 19’uncu yüzyılın da “yeni” felsefenin başlangıcı olduğunu söylemek gerekir. Buradaki “yeni” tanımlaması, bir moderniteden ve aydınlanmadan çok, modernitenin ve aydınlanmanın getirdiği bazı ön kabullerin, artık felsefe disiplini içerisinde kendisine yer bulamamasını ifade ediyor.
Örneğin; aklın artık tanrısallaştırılmıyor olması, Tanrı’nın felsefe disiplini içerisindeki hakiki yerinin sorgulanması veya ahlâk kavramına getirilen yeni ve özgün bakış açıları bu “yeni” felsefenin ilk göze çarpan nitelikleridir. 19’uncu yüzyılda, Soren Kierkegaard (1813-1855), F. Wilhelm Nietzsche (1844-1900), Arthur Schopenhauer (1788-1860) gibi bazı filozoflar, bu “yeni” felsefenin temellerini attılar. 20’nci yüzyılda ise bu felsefeye genel olarak eksistansiyalist-varoluşçu felsefe denildi. J. Paul Sartre (1905-1980) belki bu felsefenin en önde gelen ismi olarak gözüktü ama, eksistansiyalizm içinde kalarak, kendi fraksiyonunu yaratabilen bir isim olan Albert Camus, felsefe tarihine en az Sartre kadar büyük bir iz bıraktı.
7 Kasım 1913 tarihinde, Cezayir’de dünyaya gelen Albert Camus’nün pek sağlıklı bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği yetmezmiş gibi, 1914’te babasını kaybetmiştir. Annesi, Albert’in okuması için tüm sorumluluğu üstlendiyse de, o, kendi kendine yetebildiği ân, çok sevdiği özgürlüğünün peşinden giderek evden ayrılmıştır. Önce lise eğitimini tamamlayan Albert Camus, daha sonra Cezayir Üniversitesi’ndeki eğitimine başlar. Ama çocukluğundaki şanssızlık, gençken de onun peşini bırakmamış görünür ve Albert Camus henüz 27 yaşında iken verem hastalığına yakalanmıştır.
Hastalığı sebebiyle çok sevdiği futboldan da uzaklaşmak zorunda kalan Camus, 1936 senesinde eğitimini ancak tamamlayabilir. 1934 senesinde yaptığı evlilik pek de uzun sürmeyerek bitmek zorunda kalmıştır. Bu evliliğin sonrasında Camus, 1940’da bir evlilik daha yapmış ve bu evlilik ilkine nazaran daha başarılı olmuştur. Bu yıllarda Camus’nün politikayla iç içe olduğunu ve çeşitli işlerde çalıştığını da eklemek gerekir. Çeşitli sol fraksiyonlarda aktif olarak bulunan Camus’nün, bu siyasiliği bir anlamda dönemin bir gerekliliğidir. Ve elbette Camus gibi bir entelektüelin bu siyasi atmosferden kendini soyutlaması çok mümkün değil gibidir.
Camus, çoğu felsefe tarihçisi tarafından “edebiyatçı bir filozof” olarak anılır. Bu, aslına bakılırsa bir 20’nci yüzyıl geleneğidir. Filozofların hatrı sayılır bir kısmı edebiyat yoluyla felsefe yaparlar. Camus, bu edebiyatçı felsefeci gürûhun en başarılı isimlerinden birisidir. Nitekim 1957’de kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü bunun bir kanıtı niteliğini taşır. Camus, bu ödülü kazanan en genç edebiyatçılardan birisi olarak da tarihte saygın bir yere sahiptir. Camus’nün bir eksistansiyalist olduğu doğrudur: Her ne kadar bu sınıflamalar felsefe tarihçilerinin yakıştırmaları olsa da. Ama asıl önemli olan nokta, Camus’nün eksistansiyalist felsefe içerisinde, farklı bir yere sahip olan Absürdizm’in kurucusu olduğu yönündeki kanıdır. Bu felsefede, Camus “saçma” ve “uyumsuzluk” gibi kavramları işler. O, dünyaya fırlatılmış bir varlık olarak insanın tümüyle “uyumsuz” olduğunu, evrendeki tüm işleyişin de, her kademede saçma ve anlamsız olduğunu düşünmüştür. Hatta daha da ileri giderek, Antik Grek’ten beri sorulan “mutluluk soru”suna da bu yollu bir cevap vermiş, ünlü eseri Sisifos Söyleni‘nde “…evet belki de mutluluğun sırrı saçmanın anlamsızlığını keşfetmemizdir” diyerek absürdist felsefenin mutlulukçu yorumunu da vermiş gibidir.
Camus’nün edebi eserlerinde göze çarpan şey, “saçma”nın en yalın şekilde ortaya koyulmasıdır. En ünlü eseri olarak kabul edebileceğimiz Yabancı‘da ana karakter Meursault’nun, kendisini ölüme götüren süreci kayıtsız bir şekilde izlemesi, “saçma”ya karşı koymayan bir karakteri imliyor gibidir. Kitabın en başında bulunan şu pasaj, aslında oldukça direkt bir mesaj verir bize: Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. Huzurevi’nden bir telgraf aldım, “Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak. Saygılar” diyordu. Bundan pek bir şey anlaşılmıyor. Belki dün ölmüştür. Meursault’nun annesinin ölümüne dahi bu denli kayıtsız kalması, bize saçmanın yalnızca bir yönünü gösterir. Saçmaya karşı koymama biçimi olarak kayıtsızlığı. Ama “saçma”nın doğurduğu bir başka soru alanı vardır ki o her anlamda çok daha can alıcıdır: Bu soru ise basit bir yolla “intihâr” sorusudur.
Sisifos Söyleni eserinin başında Camus, intihârın felsefenin temel problem olduğu yönünde ilginç bir düşünce paylaşır. Bunu temellendirirken ise yaşam ve ölüm arasındaki bir seçimin felsefi bir seçim olduğunu ekleyen Camus’nün, buradan hareketle intihârı savunduğunu çıkarmak oldukça yanlış olur. Her ne kadar Camus felsefesinin en karakteristik kavramı intihâr olsa da ve felsefesi içinde büyük bir yer kaplıyorsa da, o, hiçbir zaman bir intihâr savunucusu olmamıştır. Saçma’yı aşmak için önerisi ise sanat ve sanatın hemen her dalıdır. “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı” diyerek saçmanın karanlığına karşı sanatı ortaya koyan Camus’nün bu önerisi pek yabana atılacak gibi değildir. Ama Camus’ye rağmen bile sanat ve intihâr arasındaki bağ da düşünülmeye değerdir. Çünkü bu anlamda bir terazi söz konusu bile değildir.
Başarılı bir edebiyat ve felsefe yaşamının ardından, hayatı boyunca şanssızlıklarla boğuşan Camus, bir başka şanssızlığı da bir trafik kazasıyla yaşamıştır. İyi haber, bu Camus’nün son şanssızlığıdır, kötü haberse Albert Camus bu trafik kazasında ölmüştür. Tarihler 4 Ocak 1960’ı göstermektedir… Ardında bıraktığı düşünceler, romanlar, oyunlar, denemeler ve başlı başına bir felsefe, hâlâ hatırı sayılır bir öneme sahiptir.
“Bana her şeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda beni zayıflatmalarının nedenini şimdi anlıyorum. Kendi yaşamımın ağırlığından kurtarıyorlar beni, oysa onu yalnız başıma taşımam gerek.” (Sisifos Söyleni)
Bazı eserleri:
Sisifos Söyleni
Yabancı
Veba
Düşüş
Tersi ve Yüzü
İlk Adam
Mutlu Ölüm