Şehre bir festival geri döner ve film coşkusu kaldığı yerden devam eder misali… İşte bir yıllık pandemi arasının ardından yeniden yola çıkan Gezici Festival, Ankara’da izleyicisiyle buluştu. 26. kez düzenlenen festival, Ankaralı sinemaseverler tarafından ilgiyle karşılandı. 1 yıllık ara sonrası izleyici tarafından özlendiği hissedilen ve ruhunu yeniden yaşatan Gezici Festival’in filmleri, Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin salonunda takip edildi. Her gün en az bir seansta film izlediğim festivalde, birçok sinema dostuyla bir araya gelmek ve filmler hakkında sohbet etmek hepimize çok iyi geldi.
Festivalde izleyicilerle hep beraber olan, başta Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre olmak üzere ‘Ankara Sinema Derneği’ ekibi ve festival gönüllülerine teşekkürler. Şimdi ise festivalin filmleri; 3-5 Aralık’ta Sinop’ta ve 6-8 Aralık’ta Kastamonu’da izlenecek. Şimdiden Sinop ve Kastamonu’daki izleyicilere bol keyif dilemek gerek.
Hangi filmleri izledim?
Festivalde takip ettiğim ilk seans, merhum sanatçı Tuncel Kurtiz için özel hazırlanan seçki üzerine oldu. Festivalin uzun yıllar boyunca ‘yol arkadaşı’ olan Kurtiz için “Tuncel Kurtiz’in Sürgün Yılları” seçkisinde, ‘Saç’ ve ‘Bebek’ filmlerini izledik. Yaşar Kemal’in dünyasından uyarlanan “Bebek” filmi; izleyiciye Anadolu’nun zorlu köy yaşamı, geçim derdi, hastalık ve yaşamın çaresizliği içerisinde bir zorlu manzara sunuyor. İsmail ve Zala’nın beklediği bebek üzerinden bu manzarayı anlatan film, dramasını had safhada tutarken bir yandan da bunu ajitasyon halinde değil Anadolu gerçekçi diliyle kavrıyor. Geçimin başı olan tarla sahibi işveren ağa rolü ve eğlence düşkünü umursamaz doktor karakteri de, bu durumun karakterize edilmiş halleri olarak filme büyük bir artı kazandırmış. Borç ödemek için çalışmak ve annesiz kalmış bir bebeğe hem anne hem baba olabilmek için verilen çaba da güçlü bir anlatım diliyle sunuluyor. Bir annenin iki bebeğe birden süt annesi olması durumu ve kör bir yaşlı nineye de bu çocukların emanet edilmek zorunda bırakılması da filme çaresizlik durumları ekletiyor. Bir bakıma karakterlere çok fazla yüklenme hissi yaşanması bir süre sonra fazla gelse de, bir dram filmi için nitelikli bir Türk sineması örneği Bebek…
Kurtiz’in bu kez kamera arkasına geçtiği “Saç” filmi ise, hikayesini ilginç ama bir o kadar da tanıdık bir yerden ele alıyor. İç Anadolu köylerinden başlayarak İsveç’e uzanan gerçekçi belgesel tadındaki film, saç toplayıcısı bir adamın köylerde yaşadığı durumları konu alıyor. Köylerde geçim sıkıntısı nedeniyle aile reisleri tarafından saçları kesilen kızlar, bu saçlarını saç toplayıcılarına satıyorlar. İlk başta filmde bu durumu algılamamamız biraz zor oluyor, çünkü film çok bir anda başlayarak zorlu bir anlatım dili seçiyor kendine. Ama bir süre sonra hikayesine yavaş yavaş girdiğimiz filmde, saçın bir kadın için öneminin yüksek olduğunu ve saçların neden örüldüğünü öğrenerek bir efsaneye de ulaşıyoruz. Ayrıca bu filmin 45 yıl sonra ilk kez izleyiciyle buluşması da önemli bir olay aslında…
Philip Doherty’nin yönettiği İrlanda filmi “Serseri’nin Kefareti” yani “Redemption of a Rogue” hayırsız bir adamın doğduğu kasabaya dönüşünü ve bu süreçte yaşadıklarına odaklanıyor. Gelişiyle kasabanın kaderinde değişime sebep olan Jimmy’nin gerçeklerle yüzleşmesi de hayatını baya zorluyor. Bu kadar duygusal konuları bu kadar güçlü bir mizahla anlatabilmek, büyük bir yetenek olmalı diye düşündüm filmi izlerken. Dışlanma psikolojisini kara mizahla harmanlayan film, din motifleri ve cesur anlatım diliyle de ilgi çekiyor. Yağmurun yarattı kaosla beraber; sütyen teliyle araba açma, ayakkabı yardımı, heykeller, aşk ve cinsellik ince ve naif yerlere de dokunması başarılı işlenmiş. Ayrıca sinematografisi de oldukça kaliteli. İrlanda’yı bu filmle hatırlamak güzel olacak… Ayrıca Aaron Monaghan’ın karakterine hakim güçlü oyunculuğu, filme artı katıyor.
Yohan Manca’nın yönettiği “Kardeşlerim ve Ben” yani “My Brothers and I” ise, anneleri komada olan dört kardeşin yaşamını bizleri misafir ediyor. Kardeşlerin en küçüğü olan Nour, yaz tatilinde çalışmaktadır. Müziğe olan ilgisini ise çalıştığı yerdeki müzik dersleri sayesinde ortaya çıkaran Nour’a odaklanan film, hayaller ve umutlar üzerine bir baş kaldırı hikayesi bir bakıma. Müzikle annesi ve babasının anısı sayesinde bağ kuran küçük Nour’u anlatan filmi izlerken, içimizdeki naif işlenmiş duyguları harekete geçiren bir yapım niteliğinde. Abi-kardeş ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinin inşasını güçlü bir dille ele alırken, sıcacık bir yaz mevsimi meyvesi tadında anlatımı da umutlandırıcı… Hayallerinden, hırslarından, haksızlıktan ve bildiğinden vazgeçmeyenlerin filmi bir bakıma… Bir yandan kahkaha attıran bir yandan da duyguları harekete geçiren bir film… Mark Rouin Berrand, büyüme evresindeki Nur’a hayat verirken şahane bir performans sergiliyor. Judith Chemla’nın nefes aldıran performansı da dikkat çekici…
Adana Altın Koza’nın ‘En İyi Film’ ödüllü belgesel yapımı “Yaramaz Çocuklar” Ahmet Necdet Çupur’un yönetmenliğinde karşımıza çıkıyor. Kendi ailesinin yaşadığı bir hikayeyi belgesel tadında, ya da dokü-drama harmanıyla anlatan Çupur, aslında ailesinin Antakya’nın Keskincik köyündeki küçücük yaşamına odaklanıyor. Yer yer bazı sahneleri kurmaca gibi hissedilen film, aslında sağlam mesajlar veriyor. Ailenin baş kaldıran küçük kızının okumak ve iş sahibi olmak isteme macerası, babanın ve annenin kendi bildikleri doğrulardan çocuklarını çıkarmamak isteği ve de eğitim-iş durumunun önemi üzerine ciddi fikirler var filmde. Eşinden ayrılmak isteyen ve hayatına yeni bir yön vermek isteyen bir adamın mücadelesine de dikkat çeken film, ekonomik zorluklar konusunda da mevzulara odaklanıyor.
Ainhoa Rodriguez’in yönettiği “Işık Hüzmesi” yani “Mighty Flash” ise, tek düze bir hayat yaşayan ve sadece yaşlıların kaldığı bir köye odaklanıyor. Köyün bir anda ışık hüzmesiyle beraber durağanlığından sıyrılmasına odaklanan film, bu durumu kadınlar üzerinden anlatıyor. Aslında film renkleri ve hareketli dakikalarıyla izleyiciyi kendi içine alan sahneleri oluşturuyor. Ama film boyunca durağanlık, yaşlılık ve hantallık hissinin yayılmış olması izleyiciyi soğutuyor. Tek düzelikten kurtulma hevesi ve hayata hareket getirme hikayesi güzel olsa da, filmde bunun işlenişi oldukça ağır. Orta yaşlı bir kadının kocasını bırakıp gitme, genç erkeklerle eğlenme isteği ve bunun hazinlike sonuçlanması da dikkat çekçi olmuş. Ama filmin sonunda filmden çıkardığım tek cümlenin şu olduğunu düşünüyorum: “Tülaay, geri dönn!”
Clara Roquet’in yazıp yönettiği “Libertad” filmi, Nora’nın büyüme evresine odaklanırken, Libertad ile tanışmasıyla değişen hayatını anlatıyor. Bir büyüme hikayesi olarak başlayan ve anlaşamayan anne-kız ilişkisi üzerinden hikayesini kuran film, hayatın çılgınlıklarla dolu olduğunu da unutturmuyor. Sıcacık bir yaz mevsiminin olduğu bir iklimde naif dokularla işlenen film, bir yoldaşlık ve arkadaşlık öyküsü çiziyor. Bunu çizerken ekonomik hiyerarşiden de beslenen film, hikayesini başarılı bir yoldan kuruyor. Büyüme evresindeki insanların yaşadığı hırçınlık, isyankârlık ve asiliği de asla unutmayan film, aşkın yolunu da kendine çevirmeyi başarıyor. Hayatın sürprizlerle dolu olabileceği bir aşk macerası olduğunu da unutturmayan Libertad, büyüme çağında kurulan arkadaşlık ilişkilerinin yönlerinin sapması konusunda da bir alt çizgi çekiyor. Genç olmak da kolay değil, çocuğunun büyüdüğünü fark etmek de…