Vatan dedik, millet dedik, milletler dedik, halklar… Hepsi bizim, hepsi. Bu topraklarda hepimize yetecek hava da var, su da. Velhasıl bunun bir de bedeli var: Bu değerlilerimizi korumak. Onu da nasıl yapacağız? Askere gideceğiz biz erkekler. Erkeklerrr… Hani şu her dediği olan erkekler. Gönderme seremonisi yapacağız. Sonra bizi yolcu ederken arkamızdan ağlayacaklar. Ağlayacaklar neye ağladıklarını bilmeden… İçeride bir yerlerde duran, düşünmeye bile çekindikleri, o biricik “erkek” evlatlarını gönderdikleri yer aslında ağladıkları.
“Ne yer orada, ne içer? Komutanları nasıl davranır acaba? Sorgusuz sualsiz saçı kesilecek! Ama o saçlarını çok severdi; o kadar da uzatmıştı, gözü gibi bakardı onlara. Olsun, kökü onda. Yine uzatır. Askere gidiyor canım, hasretlik zor evet. Neler geçirmedik ki biz? Bu da geçer. Psikolojisi yerle bir olsa da geçer, psikoloji de neymiş? Kolu bacağı tuttuktan sonra gerisi gelir. Varsın tecavüz etsinler ona orada. Aktif olan kendini tutamamış olur, pasif olana da ‘gelin, kızınızı alın’ derler. Gider kızımızı alırız. O da kaldığı yerden devam eder hayatına. Vatan sağ olsun!”
Geri gelecek elbette. Sorarım, o yaraları kim saracak? Kaçımızın ailesi yanımızda oldu? Daha eşcinsel olmak anlaşılamamışken, her fırsatta yüzümüze laflar çarpılırken nasıl olacak da asker olmaya karşı çıkacağız? Burada, tam burada hayasızca kahkaha atmak geliyor içimden. Çünkü halimize ağlayacak takatim kalmadı benim, ben de gülüyorum deli deli. Böyle şeyler sanki hiç olmuyormuş gibi davranıyorum. Tabi sonra ne oluyor? Bir tane daha öyküye rastlıyorum internette dolaşırken. Biraz da kalemi güçlü biri yazmışsa dökülüyor yaşlar gözümden. Fonda hüzünlü bir soloyla alın size dram filmi. Çekseniz olur hani. Güzel de olur. Nitekim LGBT üzerine tonlarca dram filmi var, çekiliyor yani. Olmasa keşke…
Korumanın bedeli askere gitmekti. Askere gitmenin bedeli neydi? Artık eskisi kadar olumlu düşünemeyen beynin göçüşü, aşağılanmanın verdiği tiksinme hissi, dokunmaktan bile çekineceğin yerlerinin varlığı, kabuslar, aile baskısı, gidip de erken dönmekten veya hiç gitmemekten dolayı türeyen dedikodular, onlar, bunlar, şunlar… Gitmedim, bunu anlatacak kişi ben değilim. Yalnız, şurası önemli: bu iş cinsel yönelim ayırt etmeksizin zor. Fikir güzel belki temelde, bir şeyleri korumak. E bizi kim koruyor bu sırada? Hiçkimse. Kendiniz kendinizi koruyorsunuz, ittifak yapmak zorunda kalabiliyorsunuz belki de. Belki kavga ediyorsunuz, sağ çıkıyorsunuz; fakat fark edilmese de bir şeyler gidiyor o “ben kazandım!” hissine sevinirken. Ama durun, biz birbirimizle savaşmıyorduk galiba? Hmm… Hayır, tam olarak birbirimizle savaşıyoruz. Kesinlikle birbirimizle.
Kolay kolay sıyrılamazsınız kimliklerinizden. Etnik kökeniniz, soyunuz sopunuz, cinsel yöneliminiz çıkar karşınıza durur. Sizin de içinize oturur saklamak. Bu yüzden saklamak istemezsiniz de. Orada başlar kavga. Sadece vatanınızı korumaya çalışmazsınız, kendinizi de korumanız gerekir her türlü varlığın şerrinden. Keza hep yaptığımız şey diye düşünmemek lazım. Şansa bırakmak olur bu zira. Çoğunluksanız herkes sizden taraf olur. Peki ya azınlıksanız ne olur? “Çoğunluğun ezici gücü” diye bir tabir vardır ya, ezer! Ezer ve geçer yeni ezilecekleri bulmak üzere.
Eskiden “pembe tezkere” alma uygulamalarının adeta insanlık dışı olduğuna dair şeyler hatırlıyorum. Bir dönem uzun uzun araştırdım lise zamanlarımda. Dehşete düşmüştüm! Kara kara düşünmeye başlamıştım. Fakat şu günlerde oldukça cesaretliyim, günden güne daha da güçleniyoruz bence. Artık öyle küçük düşürücü uygulamalar da yok. Yok yok, biraz olumlu bakalım. Seneler öncesine bir göz atalım ve karşılaştıralım. Elbette daha hızlı işlese bu süreç, hepimiz çok daha mutlu olacağız. Onur yürüyüşünün bir elin parmakları kadar insanla başladığını ve bugün binlere ulaştığını hatırlayalım. Kostüm falan seçin işte siz de. Biraz daha büyüsün bu sene!