Çilem Dilber ile ilk kitabı Kuyruklu Yalan üzerine gerçekleştirmiş olduğum söyleşi kitapta bulunan on bir öykünün hem birbirine değmeyen hem de değdiği anda olayların, ifadelerin, duyguların yönünü bambaşka bir yöne çeviren kuyruklu öykülerin odağında yapıldı. “Bir araya geldiklerinde kurmacanın en eski söylemine sırtlarını dayadılar. Yalanlara. Gerçekten daha gerçek, kurmaca yalanlara.” Çilem Dilber Kuyruklu Yalan kitabı için söyleşi boyunca gerçekten daha gerçek bu ifadelerle düşündüklerini ve hissettiklerini paylaşıyor bizimle. Kuyruklu yalanlarımız kurmacayı da çok gerçek kılıyor olmasın sakın?(!)
Çilem Dilber ile gerçekleştirmiş olduğum söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Mesleğiniz İngilizce öğretmenliği. Halihazırda aktif olarak yaptığınız bir mesleğiniz var bildiğim kadarıyla. Önce çeşitli dergilerde yayımlanan öyküleriniz sonrasında ilk kitabınız Kuyruklu Yalan. Edebiyatla hemhal haliniz ta çocukluğunuzdan itibaren sizi etkilediği aşikar fakat burada başka bir konuyu konuşmak isterim sizinle. Farklı bir dili öğrenirken, mesleki olarak da bu dilde bir hayat kurarken bu durumun edebiyat içerisindeki yolculuğunuzu nasıl etkilediği?
Çilem Dilber: Yabancı bir dili öğrenmek için öncelikle kendi dilini iyi bilmek gerektiğini düşünüyorum. Bunu öğrencilerime de söylüyorum. Cümlenin öğelerine, dilbilgisine hâkim olmayan öğrencilerimin yabancı dili öğrenme konusunda zorlandıklarını rahatlıkla gözlemleyebiliyorum. Dil canlı, yaşayan bir unsur, edebiyat da buna bağlı olarak hareketli. Ancak aktarım için dil tek başına yeterli olmayabilir bana göre. Zaten edebiyat da dilin estetik duygular uyandıracak ve zihni harekete geçirecek şekilde kullanımıyla mümkün olabilir. Ben dilin bu canlı yönüne ve edebiyatın olmazsa olmazı olarak gücüne hayranım. Bu hayranlığım elbette edebiyat yolculuğuma katkı sağlamış olmalı. Bir okur olarak estetik peşinde olmasam ortaya bir ürün koyma noktasına ulaşamayabilirdim sanırım.
Aynur Kulak: Kuyruklu Yalan. İlk kitabınız. İçinde 11 öykü var. Salt olarak Kuyruklu Yalan’ın yolculuğunun ve bir kitap olarak karşımıza çıkarken geçirdiği aşamaların yolculuğunu sormak istiyorum. Bir gün bir kitap, neden olmasın, diye mi yazıyordunuz öyküleri mesela ya da yazmak istiyordum ve yazıyordum, bu arada bir yolculuğun içindeymişim mi dersiniz? Kitabın kapağı dikkatimi çekiyor. Sandalyenin üstünde bir kedi açık camdan dolunaya bakıyor. Ne düşünüyor acaba?
Çilem Dilber: Bir gün bir kitap olur mu acaba’dan ziyade sözcüklerin ve sözcüklerle aralanan dünyaların büyüsüne kapıldım aslında. Her öykü bir hayat parçası. Önünü ardını sen tamamla, diyor okura. Okumalarım beni bunca heyecanlandırmasa, o dünyalardan ben de yaratmak ister miydim, bilmiyorum. Öykülerimin çoğunda kendini gösteren o gizemli, tekinsiz kedi Kuyruklu Yalan’ın kapağında yerini aldı. Sırtı dönük, gözlerini görmüyoruz. Aklından ne geçiyor, bunu tahmin etmek zor. Ancak mücadeleye hazır, kendinden emin bir cesaretle duruşu, belki de dolunayın ışığıyla güçlenmiş hali bana -ev ya da sokak fark etmez- kendisi olabileceği bir yer aradığını düşündürüyor. Ya da kuyruğunun götürdüğü yere gitme isteğini. Kuyruklu Yalan da zaten buradan çıkıyor. Kitapta yüreğinin götürdüğü yere gitmekten çok kuyruğunun götürdüğü yere gidenlerin hikâyeleri çoğunlukta. Ayaklarına dolanan, paçalarından çekiştiren ama görünmeyen kuyrukları var karakterlerimin. Travmaları, korkuları, kaygıları, unutamadıkları ve sindiremedikleri. Bir araya geldiklerinde kurmacanın en eski söylemine sırtlarını dayadılar. Yalanlara. Gerçekten daha gerçek, kurmaca yalanlara.
Aynur Kulak: Suzey. “Fısır fısır konuştuk önce.” Anlatıcının genelde “Ben” “Sen” “O” olduğu “Biz” anlatılarının çok olmadığı, genelde ”Biz” in “Onlar” olarak karşımızda belirdiği metinlere alışığızdır. Ama Suzey’de farklı. Öyküde anlatıcı da dahil herkes, yani “Biz” işin içindeyiz. Tekinsiz, karanlık, gölgeli bir vahşetin içinde. Böyle bir şeyin içinde asla olamayacağımızı düşündüğümüzden, kendimizi dışarı konumlar, kendimizi işin içinden sıyırır ve öyle bahsederiz olup bitenden. Ama Suzey öyküsünde böyle bir şey olmuyor. “En son karşı yamaçtaki eve yöneldi muhtar. Biz de onun peşine.” Toplumsal gerçeklik normlarının bir öyküyü nasıl karanlık bir tünele sokup, tekinsizleştirebileceğini konuşmak isterim sizinle. “Fısır fısır konuştuk” üstü kapalı eyleminden tutalım da, “Biz de onun peşinden” kontrolsüzlüğüne baştan sona yaşanılanların korkunçluğu insanın yarattığı kuyruklu yalanlarının sonunun insan fıtratından kaynaklı şekilde gelmeyeceğini bize gösteriyor sanki.
Çilem Dilber: Suzey’i toplumun kötülük bağlamında bir eleştirisi olarak görüyorum ben. En azından benim aktarmak istediğim buydu. Ve anlatıcı da evet, o kötülüğün bir parçası. Toplumda işlenen her suçun dolaylı da olsa parçası konumunda olduğumuzu kabul etmek istemeyebiliriz biz ama Suzey’in anlatıcısı soğukkanlılıkla aktarıyor işte. Cılız seslerin birleşerek nasıl güçlendiğini, aklıselimden uzaklaşmanın nasıl hızlı olduğunu, sürü psikolojisinin nasıl da sezdirmeden kendini gösterdiğini dinliyoruz ondan. Vuran kalabalığın arasına karışınca tekmelerimiz de güçleniyor yumruklarımız da. Erke sırtını dayamış olmanın verdiği suni bir güç gösterisi sergiliyoruz. ‘Biz’ olmak kötülüğe hizmet ettiğinde sahiden de korkunç bir hal alıyor ve bu korkunçluğun tam ortasındayız aslında.
Aynur Kulak: Yolculuk öyküsü ve Tarihi Duvar Bakiyesi. Her ne kadar birbirinden farklı öyküler olsalar da yaşadıklarımız,- özellikle de kayıplarımız, kaybettiklerimiz üzerinden- zamanın içinden çıkarak bizi yeniden buluyor. İnsanın içinde hep bir gitme dürtüsü varken -özellikle kayıplar vermeye başladığımızda- artık çok da uzağa gidemiyoruz sanırım. Zihin kaybettiği insanın ve duygunun zaman dilimi içerisinde kalıyor sanki. Ne dersiniz? Mesela Kocanene’nin çok geçmişte kaybettiği eşine doğru giderken “Acele etmeliydi. Neye?” hissiyatı, Tarihi Duvar Bakiyesi’nde henüz yeni olan anne kaybını düşünürken; “Paldır küldür toplanmıştı herkes. Uzak akrabalar, yakın dostlar, ilgili komşular hep birden çukura koyup üstünü örtmüşlerdi” hissiyat olarak farklı bir yere konumlansa da çok sevdiğin bir şeyin kaybını ne zaman yaşarsan yaşa veya üzerinden ne kadar geçerse geçsin dinmeyen bir acının göstergesi gibi.
Çilem Dilber: “Zihin kaybettiği insanın ve duygunun zaman dilimi içerisinde kalıyor sanki.” Evet bu çok yerinde bir tespit. Bir yaşamı kendini bütünlemeye, olmaya çalışarak geçirirken, kendi kabına sığmadığını düşünürken kayıp, sert bir darbe olup iniyor. Sonrasında bir daha hiç tam olamam hissi. Kocanene’nin yolculuğu geriye doğruydu aslında. İleri gittikçe geriye saplanıyor, çıkıp bir adım daha attığında daha geriye sıçrıyor. Bütünlenmek için aradığı, çoktandır kayıp olan. Galip’in duygusu da bu yönde. Geriye giderek ilerleme çabası. Sanırım kayıp duygusu ne kadar çabalarsan çabala ileri giderken bile geriden koparmıyor seni. Sisifos’un kayasına çıkıyor yol.
Aynur Kulak: Dilsiz Kahin. Yalan hayatlar kuruyoruz. Üstelik kuyruklu yalanlar, uzayıp giden, sonra da belleğimizde beklenmedik anlarda çıkarak omuzlarımıza yük olan. Bir yandan da zaman o kuyruğu ortaya çıkarıyor işte, aslında hiç kaybolmamış. Dilsiz Lelyo bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama gece gibi karanlık bir zamanı tercih ettiği için mi göremiyoruz, anlayamıyoruz ne demek istediğini? Bir yandan da düşünmeden edemiyorum; neden kurduğumuz hayatları değil de kuramadıklarımızı daha çok düşünüyoruz?
Çilem Dilber: Yaşadıklarımızın bir kısmı kapalı, örtük. Hatırlamak istemediğimiz anların belleğimizde flu olarak bile yer almasına razı gelmiyoruz. Belki de bir tür savunma mekanizması. Unutmanın sağladığı konfor alanını koruma çabası. Ancak ne kadar gizlenirse gizlensin en etkili olacağı anı, en zayıf halimizi yakalayıp ortaya çıkıyor. Kilit vurduğumuz kapılar açılıyor ve ortaya dökülüyor kaçtıklarımız. Lelyo’nun kehaneti kilit altında uzun zaman beklemiş. Kahramanımızın en beklemediği anda karanlık bir sahneye adımını atar gibi ortaya çıkıyor ve başrolü alıyor. O an sahnedeki oyunun bir önemi yok onun için. Kurduğumuz hayatlar kuramadıklarımızın arasındaki en güçlü ihtimalin gerçeğe dönmüş hali değil mi nihayetinde? Ama bu da başrol oyuncusunun umurunda değil. Ancak yine de kuramadığımız hayatları düşünmemizi, karadeliklerimizin farkına varmamızı sağladığı da bir gerçek diyebilirim.
Aynur Kulak: Kuyruklu Yalan. Kitaba da ismini veren öykü. Var ama yok olan babayı, yok edilse, paramparça edilse bile kaybolmayacak olan baba imgesini, zihnimizdeki bu kaybolmayacak imgeyi yok etmek adına kediden çıkıp aslana dönüşmemizi, nefret ettiğimiz şeyi yok ederken, parçalarken soğukkanlılıkla kendimizi izliyor oluşumuzu konuşalım. Her çocuk özel olduğunu düşünür, kayıtsız şartsız sevilmek ister. Bu gerçekleşmediğinde ne olur? Kuyruklu yalanların, olmayan ebeveynlerin, -varken üstelik olmayan ebeveynlerin- (gücü, sırtını yaslamayı temsil eden babanın özellikle olmayışı) nelere sebebiyet veriyor? Kitabın kapağında da olduğu gibi açık pencereden dünyayı görüyor ama onu, orayı hiçbir zaman tam kavrayamıyoruz sanırım desem.
Çilem Dilber: Kuyruklu Yalan da bir eksikliğin, tam olamamanın hikâyesi bu açıdan bakıldığında. Özellikle kritik dönemlerde elzem ihtiyaçlardan yoksun olmanın verdiği ikili kişilik ve yaşam deneyiminin yansıması. Parçalanmış ailelerin çocuklarının çoğunun duygularının daha güçlü, hayatı yorumlama şekillerinin farklı, öfkelerinin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. İhtiyaç halinde sırtlarını dayayacakları ebeveynlerden yoksun olmaları sert, güvensiz, şüpheci, sorgulayıcı bir ruh hali veriyor onlara. Pencereler onlar için çok karmaşık ve belirsiz bir alana açılıyor da diyebiliriz. Kavramak kolay değil. Anlatıcı uysal bir kız çocuğu olarak kediyle özdeşim kuruyor ve o kedinin güçlenip dönüşmesiyle değişim geliyor. Kendi olma, boşluğu doldurma, tamam olma haline ulaşma çabasını izliyoruz. Tetikleyicinin baba olması, Jung’un Elektra kompleksi okumasına da müsait bir durum oluşturuyor.
Aynur Kulak: Kral ve Adamları, Şah Mat, Siz Hepiniz Ben Tek. Bu üç öykü odağında bizim, modern insanın geldiği noktayı konuşmak istiyorum. Zihnimizin paranoyaları. Kuyruklu yalanlardan ziyade kuyruklu paranoyalar mevzu bahis. Yer yer yaşadıklarımız, yer yer bize yaşatılanlardan dolayı zihnimiz paralize olmuş durumda. Kral ve Adamları’ndaki koca, Şah ve Mat’ta tetikçi olmaya can atan kişi, Siz Hepiniz Ben Tek öyküsünde modern hayatla boğuşan çalışan beyaz yakalı insan tipi; her biride bir şekilde büyük sistemin içinde bir paranoyanın içine düşmüş debeleniyorlar sanki. Hepimiz gibi.. (Burada zihnim Suzey öyküsündeki o “Biz” anlatıcısına dönüyor sürekli. Masalsı, mitolojik zamanın içinden çıkmış gibi anlatılan Suzey’in şimdiki zamanı anlatan öykülerden ne farkı var? Oradaki “Biz” ile buradaki “Biz” hep aynı, hikaye, durum, zaman, anlatımlar hissiyatlar çok farklı olsa da aynılık kokusu çok tanıdık.)
Çilem Dilber: Modern insan demek benim için birçok yönünün yanında hareket etmekten çok debelenen, yoğun iş temposu, sosyalleşme sorunsalı, suni ilişkiler, kırılgan aile bağlarıyla örülü insan demek. Aynı zamanda Jung’un Persona’sı açısından bakarsak toplum içinde taktığı maskelerle var olmaya çalışan birey demek. Sanrıları, rüyaları, hayalleriyle varlar ama onları gösterirlerse maskelerini deforme edebilirler. Bu kaygıyla bastırıldıkça daha da güçleniyor o sıkışmışlık. Bu üç öyküde de köşeye sıkışmışlığı görebiliriz. Kahramanların hareket alanları dar ama bir şekilde kurtulmaları gerekiyor travmalarından. Ya da travmaları onlardan kurtulacak. Varlık-yokluk durumu bir yerde. Siz Hepiniz Ben Tek’in Faruk’u örneğin, kendi sınırını aşma cesaretini gösterene kadar birlikte kuyruğuyla. Suzey’le ortak yönü olarak ‘biz’liği düşünürsek maskelerimizle birbirimize daha çok yaklaşıp, safları sıkılaştırıp biz oluyoruz. Atmosferler farklı olsa da sürü haline gelme noktasında aynılık var. Bence masalları, mitleri gerçeklikten çok da ayrı düşünmemek gerek.
Aynur Kulak: Yukarıdaki soruda parantez içindeki “aynılık” yorumuma istinaden pandemi döneminin bir şeyleri değiştireceğini veya yenileyeceğini düşünüyor musunuz diye sormak istiyorum. Ne tür öyküler okumaya başlayacağız sizce? Kurgusal, dilsel, hikaye anlatımı açısından veya ifade ediş biçimleriyle bir şeyler değişecek mi? Sizin yazmaya devam edeceğinizi düşünerek de soruyorum bu soruyu aslında. Bu noktada genç ve ilk kitabını çıkarmış bir yazar olarak tüm bu olup bitenler karşısında merakınızı nelerin cezbetmeye başladığını sorsam, ne dersiniz?
Çilem Dilber: Pandemi sürecinde insanların okuma alışkanlıklarının değiştiğini gözlemledim. Odaklanma sorunu yaşayıp hacim olarak daha küçük kitaplara yöneldi bazı okurlar. Bende böyle bir durum olmadı. Yazarların da kısadan uzuna yöneldiğini düşünüyorum. Bu dönemde yeni çıkan romanların hacimli, öykülerin de uzun öyküye dönüştüğünü gözlemledim. Bunun da yazarın odaklanma sorunu yaşadığının işareti olduğunu söyleyebilir miyiz, bilemiyorum. Kendi adıma aynı şekilde, öykü türünden, devam edeceğimi söyleyebilirim. Kurgu ya da dil açısından ne tür eserler okuyacağımızı zaman gösterecek bize. Açıkçası ben de çok merak ediyorum bu distopik dönemin ne tür eserler ortaya çıkaracağını. Global bir yalnızlaşma, kabuğuna saklanma hali belki de zihinsel süreçlerin daha ön plana çıktığı, bilinç dışı unsurların daha belirgin olduğu kurmacalara götürecek bizi. Ya da imgelerin dile daha belirgin yerleştiği, şiirsel duygu durum ifadeleri artacak belki de. Bilemiyorum. Bekleyip göreceğiz