Girmedik alan, hırpalanmamış kavram bırakmayan erkek egemenliğinin duru durağı olmadığı belli. Küstahlığının da sınırlarının olmadığını “toprak ile kadın” arasına girerek ilan ediyor herkese. Kadın için kutsal ne varsa, talancı ataerkillik de karşısında. Şuursuzca yok edilen doğa ise cabası. Erilliğiniz tarıma değiyor, biraz kayabilir misiniz?
Modern çağımızın harikulade koşulları o ya, engin teknolojimiz sağ olsun kışın doya doya domates yiyebiliyoruz. Bol bilimli koruyucular ve GDO büyüsü selemizde, marketten evimize huzur içerisinde dönüyoruz. Yok tabii ki böyle bir şey. Her birimiz kuşkularca kemirilmekteyiz. Yediğim domates neden bu kadar büyük? Renginin böyle olması normal mi? Şekli ne bunun böyle? Acaba genetiğiyle mi oynanmış?
Güvensizliğimiz haklıca. Tüm bunların ise sebebi oldukça açık. Bilmiyoruz. Ünlü belgesel Food Inc.‘nin giriş bölümündeki o efsane ”Ne yediğinizi bilirseniz, artık yemek istemeyebilirsiniz” cümlesinde üzerinde durulduğu gibi ne yediğimizi apaçık bilmiyoruz. Nereden gelmiş bilmiyoruz. Ne işlemlerden geçmiş olduğu hakkında da zerre kadar fikrimiz yok.
Bunun adı sektörleşme, endüstrileşme veya kalkınma şeklinde anılabilir. Gıdanın beslenme hakkına cevap vermekten çok, pis ve ticari olan paraya hizmet etme görevi inkar edilemeyecek kadar gözler önünde.
Bu görev uğruna “nimet” olmaktan çıkıp metalaşan, tüm anlamını yitirmiş ve değersizleşmiş olan yiyeceklerimizi inceleyecek olursak; en alt basamaktan başlarız ki burada anahtar kelimemiz “tarım” olur. Sanıyorum ki tarım, çok yıllık bu serüveninde hiçbir zaman şu anki kadar “samimiyetsiz” olmamıştı.
Tarımın başı gerçekten belada. Tekelleşme, şirketleşme ve sözde gelişme… Küresel tarım, yerel üretimi karalayıp durmakta. Kendi gıdasını kendi yetiştiren üreticilere karşı dev şirketler. Adeta bakkal-süpermarket kavgası.
Erilleşen adalet, hırpalanan toprak ve küreselleşen yaşamlar
Büyük resme baktığımızda ise görürüz ki küresel tarım da başlı başına bir erilleşme tablosu. Dünyadaki ilk gıda üreticileri kadınlar, gezegenin beslenmesinde büyük rol oynarlar (dünya çapında üretilen gıdanın yarıdan fazlası kadınların sayesindedir). Sonra 30 yıl gibi kısa bir sürede, bir grup erkek bilimci tarafından yetiştiriciliklerindeki bütün birikim tahrip edilir. Ardından dur durak bilmeyen ekolojik yıkımlar.
Böylece kadınlar kaynaklar üzerindeki haklarından mahrum bırakılırken üretim çeşitliliği de yok edilmiştir. Yüz yıllardır süregelen tohumculuğu ele alalım; kadınlar için tohum, tarımda bilgi paylaşımıdır. Mevcut gıda politikalarındaki “patent” mantığı bitkileri mülkleştirir, doğadaki insan tahakkümünü arttırır ve tamamıyla şiddet içerir. Kadınların benimsedikleri gıda yetiştirme tarzı ise var olan kaynakları özenle korur.
Bitki gen kaynaklarının denetiminin, kadınların elinden alınıp da çokuluslu tohum şirketleri eline verilmesi ile başlar aslında hikâye. Melez tohumlar ile kendini devam ettirme özelliğini kaybeden tarım, çiftçiler için seneye tohumları tekrardan tedarik etme ihtiyacı doğuracaktır. Bu şekilde kirli çarklar işleyecek, beslenme hakkımız ve ilerisindeki yaşama hakkımız üzerinden yine oyunlar oynanacaktır.
Burada kabul edilemez olan; bir oluşumun bizim ekeceğimiz bitki üzerinde karar hakkı sahibi olması olabilir. Kadın olarak yüzyıllardır süren çabamız sonsuz ataerkillik tarafından hiçe sayılmış, üstlerimize basa basa tarım özelleştirilmiş, üstüne üstlük kendi birikimimiz olan tohumdan üretim sağlamamız engellenmiştir.
“Artık zihinlerimizde monokültürler değil, çeşitlilik temel metafor haline geliyor. ekofeminizm, kartezyen indirgemecilik ve baconcu ‘eril bilgi’nin ‘doğaya tecavüz’üne karşı koyan temel bir güç hâline gelmeye başlamıştır. Fakat, küreselleşme son yıllarda elde edilen ekolojik kazanımları tehdit etmektedir. Dünya Ticaret Örgütü tarafından korunan ticaretle ilgili entelektüel mülkiyet haklarının (trips) yaşam formları üzerindeki etkileri kaygı uyandırıcıdır. Bu nedenle, bu gelişmeler bizim tüm çalışmalarımızın temel bağlamını oluşturmaktadır.”
Gelişen tarım, ötelenen kadın ve savrulan dünya
Yüzyıllardır kadınlar tarafından paylaşılan ortak kaynak tohum, şimdi Monsanto’nun karşılığında telif ücreti ödenmesi gereken “mülkiyeti” hâline gelmiş durumda. Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) TRIPS anlaşması ile biyoçeşitlilik üzerinde tekel denetim tamamıyla sağlandı. Yani artık erkek egemenliği toprak üzerindeki hâkimiyetini yasalarla korur vaziyette.
Kadınların şekillendirdiği tarımda “daha fazla hep daha fazla” talancılığı mevcut değil. Monsanto ve diğer çokuluslu şirketlerin çoğalamayan tohumlarının aksine toprağın bereketini sayıp, kutsar ve verimli olanı bir sonraki sene ekmek için özenle saklar, Vandana Shiva’nın tabiriyle “bu tohum sonsuz olsun” diye dualar eden kadınlar.
Tarım ve gıda sistemlerinin endüstrileşmesi işte bu şekilde kadınları topraktan uzaklaştırmakta. Kadın odaklı sistemin yerini alıp şiddet içeren patriarka kokan yöntemleriyle “modern tarım” küresel şirketlerin ceplerini doldurmaktan ve gıda güvenliğimizi yerlere indirmekten başka hiçbir işe yaramıyor.
Dünyadaki 1 milyar insan açlık yüzünden ölüyor ve iki milyar insan obeziteyle boğuşuyorsa bunun sorumlusu kapitalist ataerkinin güdümündeki tarımdır. Annemizden, ninemizden kalan geleneksel tohum birikimimiz hiçe sayılarak tarımdan soyutlanıyorsak suçlusu bellidir. Yiyeceklerimizin yüzde 70’i GDO doluysa, sağlıklı ve güvenli tüketim hakkı diye bir şeyden söz edemiyorsak, yine tüm parmaklarımızla patriarkal küreselleşmeyi gösterebiliriz.
Tarımın içinde bulunduğu durumdan acilen kurtulması gerekli. Sonsuz küreselleşmeden kafasını kaldırıp yerel üretimle nefes almalı artık. Meydana getirdiği doğal yıkımın farkındanlığıyla davranmalı saldırgan tahakküm yerine şiddetsizliği ilke edinmeli.
Oldukça açık ki yeryüzündeki yaşamın bütünlüğü ve ekosisteminin sınırlarını hiçe sayan gıda sistemleri, doğanın kurallarıyla bir bütünlük içerisinde olan kadın elinde geleneksel tarım ile yer değiştirmeli.
“Gıda da, kadınlar da ancak gıda kadınların elinde olduğunda güvende olacaktır.” – Vandana Shiva