İşkencenin, kendisinin bir şekli olan sünnet gibi, insanların zihninde meşruiyet kazanmış halidir hadım. Hatta tarih boyunca kuşakların benliklerinde öyle bir yer edinmiştir ki kendisine sağlam bir haklılık zemini edindiği bile söylenebilir. Bu ister Tanrı’ya karşı anlaşmanın mührü olsun ister tecavüz korkusu, aslında yaratılan gücün ve iktidarın erkek bedenine, oradan da kadın bedenine dokunabilme hakkını eline geçirmesidir. Onun içindir ki vekiller tecavüze karşı ilaçlı hadımı meclise sunduklarında toplumun garip bir fanatizmle onayını alır. Ya da çocuğunuzu sünnet etmek istemezseniz, ileride toplum tarafından dışlanacağı ve hiçbir zaman evleneceği söylemi, “sen ne kadar haklı olursan ol, toplumun kanıksamışlığı senin haklılığının ötesindedir…” ifadesinin örtüsünü oluşturmaktadır bir yerde. Böyle olması da normaldir aslında. Mezopotamya’da, Lavent’te, Maşrek’te, Roma’da, Bizans’ta, İslam devletlerinin hepsinde ve en bilindik şekliyle Osmanlı’da, Çin’de ve günümüzde de Çek Cumhuriyeti’nde karşı çıkılmadan uygulanan bir yöntem olarak varlığını sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Genelde öyle olduğu düşünülse de hadımı her daim tecavüze karşı bir önlem olarak da görmemek gerekir. Örneğin 19’uncu yüzyıldan önce kiliselerde “kastrat” denilen erkekler bulunurdu. Bunlar özellikle 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda kilise korolarında yer alan ve müziğe yetenekli erkek çocuklarının, ergenlik dönemiyle birlikte kutsal sayılabilecek tizlikteki sesleri kaybolmasın diye, kendilerinin ve ailelerinin rızaları alınarak yapılan hadım etme işlemiydi. Ancak başarı oranı yüzde bir ile sınırlıydı ve üreme yeteneklerinin kaybının başarıyla telafi edilememesi intiharı da beraberinde getirebiliyordu. Başarılı olanlar ise çok yüksek bir ücret karşılığında çalışırdı. Aslına bakılırsa kapitalizm öncesinin maaşla çalışan ender elemanlarındandı hepsi de. Özellikle İtalya’da yaygın bir uygulamaydı ve hoşunuza gitsin ya da gitmesin Mozart ve Rossini özel kastro rolleri yazar, bazı operalarını ise özellikle bu ses aralığı için oluştururlardı. Ta ki İtalya’da Fransız anayasasına geçişle hadım suç sayılana kadar… Kastratlar da 20’nci yüzyılı pek göremeden tarihe karıştı doğal olarak.
Günümüzde artık Senesino’dan da, Farinelli’den de, Caffaralli’den de bahsedemeyiz belki ama hadımı illa müzikte aramaya da gerek yok sanırım. Hatta edebiyatta yüzünü daha belirgin gösterir. Bunu sadece 1913’te yayımlanan “Zifaf Gecesi: Harem Ağasının Muaşşahası” gibi kısa sayılabilecek, anlatımı pek de iyi olmayan novellalarda da görmeyiz. Ronald Duncan’ın oyunlaştırdığı Abélard ve Héloïse’nin çaresiz aşkında da sarsıcı bir tarzda karşımıza çıkar. Çünkü Abélard, Héloïse’den bir çocuğu ve döneminin en tanınmış bilgelerinden olmasına rağmen Héloïse’nin dayısının, adamlarının yardımıyla, bir kuytuda erkekliğini almasıyla yüzünü yasal olanın dışında da gösterir. Edebiyatın derinlerine işler ve dünyanın en büyük aşk hikâyelerinin birinin de göbeğine oturur. Binbir Gece Masallarında da ara ara karşımıza çıkan hadım bir kültür aracı olarak insan uygarlığının vazgeçilmez uygulamalarından biri haline gelir. Hatta aşırılık öyle ileri bir düzeye taşınır ki antik dönemden kalma heykellerin cinsel organlarının kesilmesine kadar götürülür. Belki de bu yüzdendir işkenceye karşı çıkanların bile hadım edilme karşısındaki kanıksamışlığı.
Günümüzde ise birçoğunun ameliyat ya da daha ileri giderek sağaltım olarak gördüğü (ki bu noktada sünnet hadım etmenin hafifletilmiş bir türüdür) hadımı işkence yapan nedir peki?
Kimileri için can alıcı soru bu mu bilmiyorum ama burada sanırım başvurabileceğimiz en iyi kaynaklardan biri Penzer’in Harem isimli eseri olacaktır. Sözü Penzer’e bırakma zamanı da gelmişti zaten. Penzer bu vahşi ameliyatı şu şekilde anlatır:
“Göbeğin altı ve baldırlar, aşırı kanamayı önlemek için bandajlarla sarılırdı. Hadım edilecek kişi sırtüstü yatırılır, operasyon bölgesi enfeksiyon riskini azaltmak için acı biber karıştırılmış su ile üç kez yıkanırdı. Ameliyat bölgesi iyice temizlendikten sonra, orağa benzeyen küçük bir bıçak vasıtasıyla testisler ve penis, mümkün olduğu kadar dibinden kesilirdi. (Nasıl olsa toplumun kangrenli bölgesi. Neyse Penzer’in anlatımına devam edelim.) Penisin kökündeki kanala gümüş bir iğne yahut metal bir çubuk sokulur ve idrar akışı geçici bir süre için durdurulurdu. Yara, iltihabı ve kanı emmesi için soğuk su içine yatırılmış kâğıtlarla kapatılır ve üzeri sarılırdı. Sargı tamamlanınca, hadım hemen yürütülür ve daha sonra yatırılırdı. Hasta hem tuvalet ihtiyacını gideremeyeceği hem de yarası nedeniyle büyük acılar çektiğinden, üç gün boyunca su içmesine izin verilmezdi. Ameliyatın üçüncü gününde sargılar açılır ve hasta, idrarının aniden bir şelale gibi akmasından büyük rahatlık duyardı. Hadım idrarını yapabildiyse, tehlikeyi atlatmış olurdu ama eğer yapamazsa idrar kanalları enfeksiyon kapmış ve şişmiş demekti. Birkaç gün sonra acılar içinde ölümün gelmesi artık kaçınılmazdı.”
Günümüzde ise bu yöntemin yerini yazımın başında da değindiğim gibi ilaç almış bulunuyor. Peki, bu hadımı işkence olmaktan çıkarıyor mu? Ya da düz bir soruyla, lafı eğip bükmeden, suçun yönünü iktidardan bireye doğru yöneltiyor olamaz mı? Veya hadım aracılığıyla şu mesaj verilmiyor mu? “Benim iktidarım o denli büyük ki senin iktidar sandığın erkekliğini bile istediğimde elinden alabilirim. Siz yurttaş da olsanız benim kullarım olmaya devam edeceksiniz.”
Bu arada… En sevecenimizin bile göz ardı ettiği hayvanların kısırlaştırılmasının daha fazla vahşet içerdiğini görmezden geldiğimiz de sanılmasın…
Kaynak: N.M.Panzer- Harem, Nil Gün- Sünnet, Murat Bardakçı- Hadım İğnesi, Robert Duncan- Abelard ve Heloise Helikopter yay., Binbir Gece Masalları- YKY