Rene Magritte’ın en bilindik eserlerinden biri olan İmgelerin İhaneti‘nde, bir pipo resminin altında Fransızca “Ceci n’est pas une pipe” (Türkçesi, “Bu bir pipo değildir.”) yazmaktadır. Sürrealist bir ressam olan Magritte, sade ve düz bir anlatımı olan eserler vermekten yaşamı boyunca kaçınmıştı, üstelik felsefe ile içli dışlı olmuş bir sanatçıdan olağan şeyler beklemek yersiz olurdu. Semiyolojinin (göstergebilim) en kışkırtıcı göndergesini sunmuş olan bu tablo, Michel Foucault’nun da dikkatini çekecek ve sonrasında Magritte ile söyleşilerinden ve tablo üzerine çözümlemelerinden bir araya gelmiş aynı isimdeki en bilindik kitaplarından birini yazacaktı.
Bu Bir Pipo Değildir
Bu Bir Pipo Değildir kitabındaki, Foucault’un ve dolayısıyla Magritte’ın en temel vurgusu; kelimeler veya imgeler, gönderimde bulundukları şeyleri tam olarak içine alamazlar. Diğer bir deyişle, gösterilen ile temsil ettiği şey, temelde örtüşüyor gibi gözükse de tümüyle aynı şey değildirler. Magritte’ın resminin altına yazdığı gibi “Bu bir pipo değildir” çünkü, bu bir pipo resmidir. Bir pipo imgesi ne kadar bir pipoya gönderimde bulunsa da tümüyle bir pipo olamaz.
Bu bağlama yönelik bir ayraç açacak olursak Foucault, Jorge Luis Borges‘nin yazdığı bir pasajı okuduktan sonra garip bir şüpheye kapıldığını Kelimeler ve Şeyler kitabında şöyle açıklar:
“Birbirine uymayan şeyler arasında bağ kurmaktan, yani aykırı’dan daha berbat bir düzensizlik türünün de varolduğunu” söyler ve şöyle devam eder: “Bundan, çok sayıda olanaklı düzenin ayrı ayrı göze göründüğünü ve bunun da heteroklit’in (alışıla-gelmemiş) yasasız ve bilinmeyen boyutunda gerçeklendiğini kastediyorum. Heteroklit sözcüğü tamıtamına etimolojik anlamında ele alınmalıdır ve bu durumda, şeyler, birbirinden o kadar farklı yerlere ‘yerleştirilmiş’, ‘konulmuş’ ve öyle farklı yerlerde ‘düzenlenmiş’lerdir ki, bunların altında ortak bir zemin bulmak olanaksızdır. Ütopialar, bir avunma sağlarlar; gerçek yerleri olmadığı halde yine de, kendilerini açıp gösterdikleri fantastik ve dingin bir bölge vardır. Onlara götüren yol bir hayalden başka şey olmadığı halde ütopyalar, geniş caddeli kentlerden, göz kamaştırıcı bahçelerden, yaşamın çok kolay olduğu ülkelerden söz ederler. Heterotopialar ise rahatsız edicidirler ve belki de bu durumun nedeni, bunu ve şunu adlandırmayı olanaksız kılmaları; adları paramparça ve karmakarışık etmeleri; sözdizimini, hem de cümleleri kurarken kullandığımız sözdizimini değil, sözcükleri ve şeyleri hem yanyana hem de karşıtlık içinde ‘birbirine tutturma’ya neden olan ve göze daha az çarpan sözdizimini önceden yıkıma uğrattıkları için, dilin altını gizlice kazıp oymalarıdır”.
Görme Biçimleri
Tuhaf bir tesadüfle John Berger da Görme Biçimleri kitabında söze Magritte ile başlar. İmgelerin simülasyon işlevi, aldatıcılığı, yönlendirim gücü, sansasyonelliği, hatta belki hepsinden öte kışkırtıcılığı üzerine bir değerlendirme yapmak için Magritte’ın eserlerinden daha elverişli olanı yoktur. John Berger’ın BBC’de yayımlanan belgesel dizisinden uyarlanmış kitabı şöyle başlıyor söze:
“Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır. Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennem’in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ’da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı —yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde— ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.”
Düşlerin Anahtarı
Hemen burada, kitabın kapağında da yer verildiği gibi, Magritte’ın “Düşlerin Anahtarı” yer alıyor. Tabloda yine izleyiciyi şaşkınlık içinde bırakan bir seyir var. Tabloda eşit şekilde bölünmüş, dört bölmeye yerleştirilmiş nesneler mevcut ve sırasıyla; atın altına “the door” (kapı), saatin altına “the wind” (rüzgar), sürahinin altına “the bird” (kuş) ve tüm bunlar yanlış isimlendirilmişken, valizin altında “the valise” (valiz) olarak doğru belirtilmiştir. İlk bakışta basit bir hatadan kaynaklanmış olduğu hissini veren bu tablo, dördüncü bölmedeki bu ters orantılı aksayışla bir belirsizlik içinde kalır.
Tüm bu yanılsamaların ötesinde, Görme Biçimleri’nde nihayetinde vurgulanmak istenen ise John Berger’ın kendi deyimiyle, teoride sanat eserlerinin (veya imgelerin) replikaları herhangi birisi tarafından kendi amacı doğrultusunda kullanılabilecek olduğudur. Özellikle güncel hayatta imgeler bombardımanına maruz kaldığımız alışveriş ilişkilerimizde, haber bültenlerinde olduğu gibi tüm dergi, gazete ve televizyon seyirlerinde imgelerin sunumuyla tümden yönlendiriliyor olabiliriz. Yine bu şekilde düşünüldüğünde, imgeler bizim için üretiliyor ve sunuluyorsa, bizim eylemlerimizi yönlendirme amacından bağımsız olduğu düşünülemez.
İki kitabın da benzer yönleri üzerine bir gözlem yapacak olursak, realitede gerçekleşen ile realiteye dair bizim yorumlarımız ve ilişkilerimizdeki farklılıklar, yanılsamalar olduğu söylenebilir. En basit örneği ile “Bu bir pipo değildir.” söyleminin yer aldığı resimde, bir pipo resminin altında neden böyle bir yazının olduğu bizi şaşırtmaktadır. Bir pipo resmine baktığımızda aklımıza gelen şey bir pipo imgesi olurken, altındaki yazının bunun aksini söylemesi, bize yersiz bir iddia gibi geliyor ve karşı bir söylem olarak “Bu bir pipo resmidir.” yanıtını abartılı bir diretme olarak görüyoruz. Belki “Söylemeye bile gerek yok, bu bir pipodan başka ne olabilir?” diye düşünüyoruz. Ancak böylelikle; bu, sosyal yaşantımızda gözlemleyebileceğimiz –yüzleşmemiz gereken yanılsamaların en minimal hallerinden biri olabilir. Bu şekilde, en basit haliyle, algılarımızın seçici davranıp ve peşin hükümde bulunup bir yanılsamaya kapılabileceğini görebiliriz.
Kelimeler ve Şeyler
Diğer yandan Görme Biçimleri’nde ise algılarımızın yönlendirilebileceğini, algıların seçiciliği üzerine bir kurgu sağlanabileceğini, yani ilkinde olduğu gibi kendiliğinden oluşabilen bir yanılsama yerine daha edilgen bir yanılsamanın sağlanabileceğini söyleyebiliriz. Bu yönüyle John Berger imgelerin daha çok kitle iletişim araçlarındaki yeri, sunuluşu ve insanlar tarafından tüketilen ilişki yönüyle ilgilenir. Kitapta yine Foucault’nun bir diğer kitabı olan Kelimeler ve Şeyler’den aktarıldığı gibi alıntılayalım:
“…dilin resimle ilişkisi, sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni, sözcüklerin kusurlu olması ya da görünenle karşılaştırıldıklarında aşırı ölçüde uygunsuz olduklarını göstermeleri değildir. Ne dil ne de resim, birbirinin terimlerine indirgenebilir: ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir. Ve söylediğimizi, imgeler, mecazlar, benzetmeler kullanarak göstermeye çalışmamız da boşunadır; çünkü onların göz kamaştırıcılıklarını edindikleri mekan, gözlerimizin önümüzde açtığı mekan değil, sözdiziminin art arda gelen öğelerinin belirlediği mekandır. Ve bu bağlamda uygun bir ad, sadece bir oyundur ve bize işaret etmemize yarayan bir parmak sağlar; başka bir deyişle, kişinin, konuştuğu alandan baktığı alana gizlice geçmesini olanaklı kılar ve bir başka deyişle de, sanki eşdeğerliymişler gibi, birini ötekinin üzerine katlamamızı sağlar.”
Foucault’nun Magritte’ın tablosuna olan ilgisi buradan başlar. Kelimeler, işaret ettikleri şeylere tam anlamıyla bütünleşik bir gönderimde bulunabilir mi? Bu yönüyle tabloda bir pipodan değil, bir piponun tahayyülünden, yorumundan bahsedilebilir ancak. Her iki yönüyle, hem tablonun hem kelimelerin işaret ettikleri şeyler ile gördüklerimiz arasında bir örtüşme olmadığını kabul ederiz.
Böylesi bir durum göz önüne alındığında bizim de şeylerin, temsil ettikleri şeylere dair yönergelere ve ön kabullere koşullanmak yerine, tümüyle baştan sorgulayıcı, irdeleyici ve şeylerin tözünü araştırıcı, bu bakımdan tarafsız olmamız gerektiği önem kazanır. En basit haliyle mikro düzeyde yanılsamalar içine düşebiliyorsak, daha makro düzeylerde de yanılsamalar içinden geçiyor olabiliriz. Öyle ki, bu çok vahim bir yanılsamanın çemberidir, kişiyi büsbütün bir hicap ve buruklukla yüz yüze bırakabilir. Ve insan böylesi bir yenilgiden, yenilgi ile yüzleşmekten her daim kaçar. Kaçar ve inkar eder… Görüngüler, görece ne kadar gün gibi ortada olsa dahi; kabul buyurmaz, kendini seyrine bahşettiği her göz tarafından.
“Tüm dünya reklamlarda sözü edilen güzel yaşamın gerçekleştirebileceği yer olarak sunulur. Dünya bize gülümser. Kendini sunar bize. Ne var ki her yer kendini bize böyle cömertçe sunduğundan, bu yerlerin hepsi birbirinin aynı olup çıkar sonunda. (…) Reklamların dünyayı yorumlayışıyla dünyanın aslında içinde bulunduğu durum arasındaki uyuşmazlık apaçık ortadadır. Bu uyuşmazlık zaman zaman, haber öyküleri yayınlanan renkli dergilerde açıkça görülür. (…) Böylesi bir uyuşmazlığın yarattığı sarsıntı oldukça büyüktür. Gösterilen iki dünyanın bir arada gerçekten var olmalarından değil bunları alt alta koyan ekinin aldırmazlığından geliyor bu sarsıntı” (Görme Biçimleri. 2016, ss. 150-152).
Görme Biçimleri’nde imgelerin veya uyarıcıların bize sunuluş şekli veya ne şekilde sunuldukları algılarımızı ve düşüncelerimizi etkileyebileceği savunulur. Öncelikle reklamlarda bize sunulan dünya ile gerçekte olan arasındaki uçuruma ve bizim bu sunuma yönelik inandırılışımız ve koşullanmamız arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Berger’ın önem atfettiği bir başka ayrıntı; reklamcılığın, tüketimi demokrasinin yerine geçen bir şeye dönüştürmesidir. Reklam toplumda demokratik olmayan her şeyi örtbas etmeye, bu eksikliklerin bedelini ödemeye yardım eder. Bu arada dünyanın geri kalan kesiminde yer alan olayları ve toplumsalı da gözlerden siler. Reklamlar dünyayı kendi diliyle açıklar ve yorumlar, böylelikle biz de dünyayı ve güncel hayatı buna göre tüketiriz.
Malcolm X’in, “Eğer dikkat etmezseniz medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur!” sözünü de bu çerçevede okuyabiliriz. Ve bu ayrıntıda sunulan ve tüketilen söylemler ve imgeler üzerine, sağlıklı bir yorum geliştirmemiz için eleştirel ve sorgulayıcı olmamızın önemine iştirak edebiliriz. Aksi halde yorumlarımız ve analiz üretimlerimiz yanlı ve yönlendirilmiş olması çok olası bir durum haline gelir.
Son olarak bir değerlendirme yapacak olursak;
Bu Bir Pipo Değildir kitabının içindeki söylencelerin, bu kadar güncel hayatın içinde oluşu ve bir o kadar güncel hayatın dışından değerlendirilmesi, sanki yaşantımız içinde böylesi bir göreceliğin ve yanılsamanın yeri yokmuş gibi gözükmesine karşın, yine de o denli bir özenle irdelenmesi ve yorumlanması eğlencelidir. Bu kapsamda, sosyal yaşamda gözden kaçırdıklarımız üzerine daha özenli ve peşin hükümsüz olmayı hatırlamak ve bu ayrıntıya önem atfetmek faydalı olacaktır okuyucu için. Kitapla birlikte değerlendireceksem, Magritte’ın eserleri de doğrudan toplumsaldır; kimi zaman toplumsalın aciz durumdaki sorunlarını alay edercesine hicveder ancak entelektüel zevklerini her zaman korur. Ayrıca Foucault’nun bu kitabını ne zaman elime alsam, Oscar Wilde’ın “Hiçbir şey hakkında konuşmayı severim, çünkü hakkında her şeyi bildiğim tek şeydir.” sözü gelir. Bu sözün bize anlatacağı şeyler hiçbir şeyden çok ötedir aslında. Günlük hayatımızda gözden kaçırdığımız küçük şeylerin aslında hayatımızın tamamını oluşturduğunu ve bu nedenle yaşamımızın tamamına değin bir yerde işlevinin olduğunu görmemiz için hafif bir gülümseme gibi.
Görme Biçimleri’nde ise eleştirel olmak ve eleştirel kalabilmenin önemine farklı boyutlarıyla bir kez daha vakıf oluyoruz. Sosyal ve ekonomik boyutlarıyla tüm yaşamımız boyunca koşullanmalarımız ve yönlendirilişimiz, tüm sosyalizasyonumuz içinde bizi domine eder ve eylemlerimizi komuta eder. Önemli ölçüde medya ve reklamlar bunu sağlar ve bizi siyasal düzlemde istenilen konumda dizginler, yönetir. Demokrasinin yetersizliği yine demokrasinin üretilen hali içinde giderilir ve bizi bu haline adapte eder. John Berger ise gerçekte olan dünya hali ile arzulanan, koşullandırılan dünya arasındaki uçurumu gözlemler ve ikisi arasındaki uyumsuzluğa rağmen bireyin yeterince sorgulayıcı olmadığı hallerde bu simülasyonun farkına varamayacağını ve eklemlendiği bu çatışma içerisinde nasıl aldatıldığını göremeyeceğini vurgular. Bu haliyle eleştirel olmak ve her an eleştirel kalabilmenin önemi; tümüyle sarmalandığımız gündelik, sosyal, ekonomik ve iktidar ilişkilerimiz içinde daha da artmaktadır.