Hâlâ Pamfilya’dayız. Sadece sıcaktan değil, bu yüzyılın zalimce üzerimize basan yaşamından uzaklaşmak derdinde başka yaşamların içinde dolanıyoruz. Birileri bize antik çağda yaşayın dese belki de bu yüzyılın tüm dertlerinden sıyrılıp o yüzyılın dertlerine ayak basmayı isteyecek konumdayız.
Her şeye rağmen, Pamfilya bize kalbini açmaya devam ediyor, ama bu yazıyla gezeceğimiz Pamfilya’daki son şehir olsa da Antik Çağ’ın son şehri değil. Buradan daha çok merak ettiğimiz Likya kentlerine gezimizi sürdüreceğiz.
Öyle bir kente doğru yola çıkıyoruz ki, birileri kentin önemli merkezlerden biri olduğu zamanlarda 21’inci yüzyıldaki tarifini anlatsa yaşayanların katıla katıla gülecekleri bir yere doğru kilometre sarf ediyoruz. Örneğin, kentin tiyatrosunun bir turistik mekan ve hatta birçok gösteri topluluğu için uydurma bir sahne olacağını söyleseler ya da kentin isminin sadece tiyatro olarak nam yapacağını açıklasalar tiyatronun mimarı Theodoros oğlu Zeno ne düşünürdü bilmiyorum. Elbette bir gün tarifi açıklanamaz şekilde tüm gündemin bu tiyatronun restorasyonunu kapsayacağını söyleseler herhalde büyük övünç duyarlardı. Birçoğunuz anlamıştır; Aspendos’tayız. Aspendos, Pamfilya’nın en güzel kentlerinden biri. Bir yamaç üzerine inşa edilmiş bir şehir.
21. yüzyılda Aspendos gündemi
Bir gün bir rehber çıktı, Aspendos’un restorasyonu için bazı şeyler söyledi. İnadınaHaber sitesinde yazdığım ve uzman görüşlerini paylaştığım yazıda açıkladığım gibi, sadece gündemi meşgul etmekten başka bir içeriği yoktu. Oysa Tiyatro’nun ilk restorasyonunu I. Alaeddin Keykubat döneminde Selçukluların gerçekleştirdiğini biliyoruz. Selçuklular birkaç küçük ilave ile yapıyı kervansaray olarak kullanmış.
Aspendos’a Yaklaşırken
Aspendos ya da Türkçeleştirilmiş adıyla Belkıs’a yaklaştığımızda bizi turizmin bütün yozlaşmış içselliği kaplıyor. Belkıs Market’ten, Aspendos Parfümeri’ye kadar birçok yeri gördüğümüzde anlıyoruz ki, bizi birazdan efsane tiyatrosuyla kent karşılayacak. Öyle de oluyor.
Neyse ki, 20’nci yüzyıldan kurtuluyoruz. Büyüklüğü ile başımızı döndüren Aspendos Amfitiyatrosu karşımıza çıktığında heyecanımızı gizleyemiyoruz.
Yüzyıllar önce Aspendos
Aspendos, bilinenin aksine sadece amfitiyatrosuyla ünlü bir kent değil, burası kocaman bir kent, daha önce gezdiklerimizde olduğu gibi bir çeşmesi, muhteşem bir Agorası, dükkanları, caddeleri var. Bu kentin yaşanmışlığının kokusu burnumuzun direğini kırıyor.
Kent, Yunan Efsaneleri’ne göre Truva akınlarıyla Pamfilya’ya gelen Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuş. Bu dönemde Estwediiys isimli bir para sikke basan Aspendoslular, daha sonra MÖ 546’da Pers hâkimiyeti altına girmiş. Ancak bu dönemde bile aynı sikkeyi kullanmaları Pers hâkimiyetinin kentin ticari faaliyetlerini özgür bıraktığını gösteriyor.
Aslında birçok şehirde gördüğümüz gibi Antik Çağ’ın işgallerinin hiçbiri bir ticari hâkimiyetten kaynaklanmıyor, sadece kralların kendi egemenlik güçlerini büyütmelerini esas almış.
Kentin üzerindeki hâkimiyet, coğrafi konumu nedeniyle MÖ 467 ve 333 yılları arasında birçok kez Yunanlılar ve Perslerin olduktan sonra, Makedon Kralı İskender’in Perge’den sonra Aspendos’a yönelmesiyle Pers hâkimiyetinden çıkmış. Aslında İskender, Likya ve Pamfilya bölgelerindeki birçok kent gibi Aspendos’u da savaşmadan himayesi altına almış. Aspendos halkı Pers vergilerinden çok bunalınca Makedon ordularının da yakınlaşmasını fırsat bilip İskender’e elçi yollamışlar ve bu vergilerin alınmaması karşılığında kralın himayesine girebileceklerini açıklamışlar. İskender, Aspendos halkıyla anlaştıktan sonra Side’ye sefere çıkmış, dönüşte ise başka bir teklif sunmuş. Akropolise çekilip bir elçi daha göndermişler. Sonuçta daha ağır şartlarla Makedon Kral’ın himayesini kabul etmek zorunda kalmışlar.
İskender’in ölümünden sonra Pergamum Krallığı eline geçen kentin, Cicero döneminde bir Roma kenti olduğu biliniyor.
Amfitiyatro ve Yüzyılların İçindeki Gizli Geçit
Aspendos’a gelmeden kentin en önemli yapısının amfitiyatro olduğunu biliyoruz, fakat onu ilk gördüğümüzde yapının bizi bu kadar etkileyeceğini hiç düşünmemiştik. Bir tepe kenarında tüm heybetiyle yükselen binanın ön duvarı bizi karşılıyor.
Aspendos Amfitiyatrosu’nun içi de dışı kadar ihtişamlı, kendinizi dönemin komutanı Cimon’un da olduğu bir gösteriyi bekliyor gibi buluyorsunuz. En iyi köşeden ve belki de gösterinin en önemli sahnesine en yakın köşeden yer kapmaya çalışıyoruz.
Hayali kahraman Fesinius’un tamamen uydurma mektubuna yazdıklarıdır:
Sevgili Dostum,
Güzel bir günün ardından ilk olarak sana yazmak istedim. Gece hafif esintili, cır cır böceklerinin ve Eurymedon’un kenarındaki kurbağaların sesinden fazlasını duyamıyorum. Oysa bir müzisyenin güzel bir aşk şarkısını çalmasını isterdim. Evet sanırım, çoğunlukla barbar olarak gördüğüm bir askere aşık oldum.
Biliyorsun, aslında onunla tanışmam birkaç gün önce oldu. Agora’da şarap kadehime dokunan bir başka kadeh, önce bana küstahça gelmişti. Sonra karşımda o iri cüsseli adamı gördüğümde biraz da korktum. Fakat yanıma oturma isteğine karşı koyamadım . Biliyorsun, Pers vergilerine dayanamayarak Perge ve oradan Truva’ya doğru yola çıkan Kontanianis’ten sonra hiçbir erkek beni etkileyememişti.
Bu adamın donanmayla gelen bir asker olduğunu öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığını görmen lazımdı. Bu kadar kibar bir asker olabileceğini hiç düşünmemiştim. Özellikle gemiciler, bolca geğiren, bir o kadar küfreden, sadece kaslı kollarının gücüyle hareket edebilen, akılsız kişilerdir. Birçoğu Aspendos’ta genelevden çıkmazlar.
Fakat Agora’da onu şarap içerken görmek bile beni şaşırtmıştı. Hoş sohbetti ve içten bir gülüşü vardı. Sanki hiç savaş görmemiş gibiydi.
Geçenlerde tekrar Agora’ya geldi, her zaman oturduğum yerde beni tekrar ziyaret etti ve o nazik teklifini yaptı. Öne eğilip ‘Kumandan Cimon’un da davetli olduğu gecede, bana eşlik eder misiniz, hanımefendi’ deyişini duyman lazımdı. İşte o gece, bu geceydi, Dionysos’a adanmış bu gösteride, birlikte şarap içtik ve sergilenen muhteşem eseri izledik. Bir ara elimi tuttu. Hayır, barbarca değildi, kılıçla güçlenmiş elleri nazikçe kavradı elimi. Öpmek isteyeceğini düşündüm, fakat yapmadı. Kibarca beni eve kadar bıraktı ve ayrıldı.
Ah dostum, muhteşem bir akşam geçirdim ve ilk olarak sana anlatmak istedim.”
Bu mektup bir güvercin aracılığıyla Fesinius’un tamamen uydurma dostuna doğru yola çıkmış olabilir, belki de bir ulak vasıtasıyla elden teslim edilmiştir.
Çağlar arasındaki geçiş
Aspendos amfitiyatrosunu gezerken, hiç yıkılmamış ve aksine giderek sağlamlaştırılmış bir yapının içinde çağlar arası uzun yolu çok kısa aralıklarla geçiyoruz. Muhteşem detaycılıkla çalışılmış sahne duvarı, estetik büyüsüyle bizi içine alıyor. Arka taraftaki geçişlerdeki sütunlar, bizi çağdan çağa yuvarlayıp duruyor. Diğer tiyatrolara nazaran bu muhteşem eserde bir gösteri izleme isteğine kapılıyoruz, ama bu planımızı tamamen aksatacağı için vazgeçiyoruz.
Bu sırada, hem yapının etkileyiciliği hem de kostümlü bir aktörün hayallerimizi tetikliyor oluşu beni dikkatsizleştiriyor ve birkaç merdiveni kaba etim üzerinde iniyorum. Bu sırada cebimdeki bazı şeyleri düşürüyorum. Neyse ki bir güvenlik görevlisi – tamamen yirmi birinci yüzyıl güvenliği – arkamızdan koşup düşürdüklerimi bana geri teslim ediyor.
Amfitiyatronun arkasındaki şehir
Aspendos kenti, amfitiyatronun arkasındaki tepeye yerleşmiş. Buradaki taşların daha koyu renk olması ve yıkıntıların sivri çıkıntılar bırakması, bana gotik tarzı hatırlatıyor. Oysa ilgisi yok, gotik dönem yüzyıllar sonra vuku bulacak.
Amfitiyatronun bu kadar iyi durumda olması ve şehrin yıkık görünümü ciddi bir tezat oluşturuyor ve bu tezat keyfimize keyif katıyor. Bu tezat sadece bu yönde değil, amfitiyatro oldukça fazla ziyaretçi alırken, şehirde kendimizi yalnız hissediyoruz. Üstelik tiyatronun çok bakımlıyken, kentin tabelalarının bile güneşte solmuş, yırtılmış, okunamaz hâlde olmasındaki yaman çelişki bizi üzüyor.
İlk karşımıza çıkan enfes yapı, bazilika… Yapının kasveti büyüyü arttırıyor. Antik dönemde geçen bir korku filminin platosunda gibiyiz. Ama bu neşemizi asla kaçıramaz. Bazilikanın içini görmeye hevesli şekilde ilerliyoruz. Bizi çok fazla bir şey karşılamıyor.
Fakat biraz ilerideki çeşme, güzelliğiyle tekrar hayaller kurmamızı sağlıyor. Çeşme, Agoraya bakıyor, meydanın yanında ise dükkanlar var. Daha önce kentlere göre küçük ve tepelik bir şehir. Oldukça da yıkılmış.
Nekropolis, başkanlık binası kalıntılarına bir göz atıp tekrar aşağıya doğru koyuluyoruz.
Bir günde iki Pamfilya kenti gezdiğimiz için oldukça yorgunuz, hava kararmak üzere ve müze girişi çoktan kapandı. Neyse ki hediyelik eşya dükkanına kente çıkmadan girmiştik.
Pamfilya’dan uzaklaşırken
Halkların bölgesi Pamfilya’nın muhteşem büyüsünden uzaklaşırken, gezimiz henüz bitmediği için mutluyuz. Daha Likya, Işığın Ülkesi var. Haftaya sizle Limyra ve Myra’yı gezeceğiz. Özellikle Myra’daki Kral Mezarları ve St. Nichalaos ya da Santa Claus Kilisesi oldukça keyifli geçti.
*Serinin, önceki yazıları için lütfen bağlatıya tıklayın: Palmifya’nın halklarına, Likya’nın güneşine varınca, Yolculuk devam ediyor, hayaller daha fazla: Perge
Özür Notu: Bu yazılar*, haftalık olarak Gaia Dergi’nin internet sayfasında yayınlanacaktı. Her hafta bir kent anlatılacak ve üzerine öykümsüler uydurulacaktı, fakat yaşadığımız katliam sonrasında keyifli bir gezi yazısı yazmaktan, hatta katliam alanında olmama rağmen birçok kişi gibi ölmemiş olmaktan utandığım için bir süredir yazılara ara vermiştim. Beklettiysem özür dilerim. Bundan sonraki süreçte önümüze ne gibi bir yaşam çizgisi döşenir bilmiyorum, ama aksatmadan gezinin devamını yazmaya devam etmeye çalışacağım.