“Hakkında hiçbir şey söylenemeyen Güneş’e aşıktırlar.” demiş Mevlana. Bunu biraz açmaya çalışalım şuurumuzdaki çözünmüş maddelerle. Güneş’ten kendimize bir yol tutalım, sadece sen ve O vardır’a gidelim, bakalım bu işin marifeti neymiş.
Bu madde alemi bizi perdeliyor. Bu perde gördüğümüzle yetindiğimiz, Güneş’in ışığının sadece fiziksel olduğunu, arkasını göremediğimiz “haa evet bu böyledir” dediğimiz bir perde. Oldukça da gerekli bir perde, bilgiyi derine gömmelerinin sebeplerinden birisi de bu çünkü gömenler şöyle diyor: “Kulağı olan duysun”. Manevi bir araç olan bedeni, sanki başka bir şeymiş gibi algılıyoruz çoğu zaman. Sanki kendi zevklerimizin, huzurumuzun ve egomuzun bir tatmin aracıymış gibi. Beden organizasyonu, bedenin kendi bilgeliğini, içindeki potansiyelleri araştırmadan ya da sezmeden belli başlı dürtülerle yol alıyoruz. Bu dürtülerde genellikle dünyasal ve bizi pek de ilerletmeyen izlenimler. Biz her ne kadar içimizdeki potansiyellere uygun davranmasak da kaynağa doğru her türlü çekilim oluyor, eninde sonunda çekiliyorsun… Nasıl olacağı sana kalmış. Hızlı mı yavaş mı, irade ile mi yoksa kaza/kader ile mi olacak bu çekilim.
Sadece bu hayatın sıkıntılarını da yaşamıyoruz elbet. Yarım bırakılan işlerin hesapları da var, bu hesapları beden üzerinde ya da düzenli olarak devam eden döngülerimizde görebiliriz. Hayatımızda mevcut gölgeleri ya da sorunlarımızı çözerek ilerliyoruz, sanki ormanda ilerlerken yol açmak için sağa sola balta sallamak gibi. Her bir baltada bir şeyler kesiliyor ve altından başka bir şey çıkıyor; idrak kendini başka bir şeye dönüştürüp devam ediyor. Yol fikrinin oluşması da birazcık böyle sanki. Öncelikli bir değer farkına ihtiyaç duyuyor insan. Bu değer farkları kişisel realitenize göre bazen önünüze düşer bazen ise araştırarak dahil olarak bulursunuz onları. Mesela “Dokunduğunuz her şeye, merhamet ve şefkat ile dokunun.”, “Sözlerinizin içinde sevgi olmazsa kuru bakır gibi takırdar.” ya da “İlk taşı günahsız olanınız atsın.”. Bu ve bunun gibi söylemler, bilgiler kişiye değer farkı yaratır ve mevcut realitinizi konumuzu küt diye belirlersiniz ve yarattığınız realiteyi de görürsünüz. Kuantum artık elestik halde olan evren maddesini yani realite kavramını bizim yarattığımızı kanıtladı. Sen kendi mekânını yaratıyorsun ve mekân denilen şey, kaderi ve onun işlemesi için de zamanı bir arada barındırıyor.
Peki, sistem işliyor mu? Hayır! Hareket lazım.
Biz sahip olduğumuz hareket unsuru ile harekete geçiriyoruz mekânları. Zaman işliyor, zaman üzerinde taşıdığı mekânı oluşturuyor, duvar kağıtları değişiyor, pencerelerin boyları hesaplanıyor, yemek kaynamaya başlıyor. Bir potansiyeli kendinize göre değiştirme işidir şuurlu hareket.
Peki, Güneş ne yapar burada? Özümüzün nereden geldiğiyle ilgili olarak birçok şey bulunabilir; bilim “yıldız tozuyuz” diyor ve demir elementinin süper novalarla oluştuğunu söylüyor. İçimizdeki yıldıza mı çekiliyoruz yani? Evet, durum öyle. Güneş, temsil ettiği realitesiyle bu sistemi kendine çekiyor, bu sistemi geliştiriyor. Bizim kapımız orası. Oradan çıkıyoruz nereye çıkacaksak.
Hareket içinde şuuru barındırdığında, burada bu madde dünyasında, ayaklarımızın yer çekimi gereği yere bastığı bu dünyada aşk ile anılıyor ve hakkında söylenecek pek bir şeyde bırakmıyor insana. Güneş’in belli vazifeleri tamamladığı aşikar. Mesela, roka ya da semiz otu yerken, aslında Güneş yiyorsunuz, her şeyde bu böyle. Şu realiteye bakar mısınız? Zaten Güneş’in bir parçası olan bizler, tekrar Güneş’i yiyoruz. Güneş bizi ısıtmaya, bizi aydınlatmaya işini yapmaya devam ediyor.
Güneş’in arkasındaki Güneşler, ışığın buraya kadar bizimle gelmesi, kalbimize dolması için yağmurda damlaları yutmak için ağzımızı açmaya benziyor birazcık. Yaratılış ışığından üzerimize düşen bu aydınlık hal, ona olan çekilimlerimiz için daha fazla değer farkına ihtiyacımız var. Daha fazla değer farkı kendimizle ilgili yapacağımız o kadar fazla gözlem ve farkındalık yaratacaktır.
Yol yolcularını, yolcular da yolu bekliyor ve yolu da yolculuklarda öğreniyoruz. Parçalarımızı bütüne ulaştırmaya, o An’a, Ahengten olacağımız o An’a…