Birbirinden ayrı düşünülemeyecek olan ruhsal yaşantı ve dışavurum arasındaki görünmez bağ, farkına varmasak da oldukça belirgin hareketler ve imgeler sunar. Benliğimiz bu boşluğun içinde bazen yorulup bazen sakinleşmek ister. Bütün bu duygu, düşünce ve anılar topluluğu dile geldiği zaman ise farklı bir form, ritm ve kompozisyon yaratarak bir armoni ile birlikte, önce benliğimize sonrasında da bütünün içine karışır. Fakat bu karmaşa içerisinde bireysel ve duygusal arayışımız her zaman bize sesini duyurmaya devam eder ve hiçbir zaman son bulmaz.
Tek bir kadraj içerisinde değerlendirdiğim bu duygu ve durumlar olağan akışın içinde, ruhtaki bölünmelerin, saflaşmış hissiyatın, bu kaos ve yer yer huzursuzluktan kopan ufak notların kendi ruhsal dinamiğini yaratıp, kendi bütünlüğünü var ederek bir dengeye kavuşmasıdır…
Terri Guillemets’in dediği gibi “Sanat, ruhunuzun size seslenmesi ve sizin cevaplamanızdır.”
Birçok ödülün sahibi olan İsveçli yazar Per Olov Enquist’in romanı Ölümün Mavi Işığı, ülkesinde 2004 yılında okuyucuyla buluşmuştu. Geçtiğimiz aylarda Everest Yayınlarından da çıktı. Çevirisini Ali Arda’nın yaptığı kitap gerçeklikle kurgunun sert hatları olmadan güzel harmanlanmış olmasıyla okuyucunun sevgisini kazanacak türden. Hikayenin gidişatı çok basit olmamakla birlikte, güzel noktalarda insanın zihnini olası karmaşalardan kurtaracak anlatım ve dile sahip.
Romanın kahramanları Marie Curie, Blanche Wittman ve Jane Avril. Kahramanların, bilim dünyasındaki serüvenleri, aşk ve arkadaşlık ilişkileri hikayenin temelini oluşturuyor. Kurgusunu tarihsel gerçeklikten ele alan kitap, birçok tarihi olay barındırsa da edebi dili, okuyucuya olayları içselleştirmesinde çok yardımcı oluyor.
Ölümün Mavi Işığı, yalnızca bilim dünyasının tarihini ele almıyor. 1890’lı yıllarda kadınların toplumsal yerine de ışık tutuyor. Roman içerisinde de bu gerçeklik kaybolmamış. Tek öne çıkarılan ”kadın ve bilim” olmadığı için de toplumsal bir gerçeklik içinde anlaşılması sağlanmış.
Kitabın içerisinde 3 ayrı bölüm bulunuyor. Bu bölümler de kendi parçalarını barındırıyor. Bölümler arasındaki bağ epeyce kuvvetli. Bütünlük bozulmadan ama ayrı ayrı şartlarda değerlendirilmesi gereken durumlar ve olaylar, özelliklerini koruyarak başarılı bir sona gelinmiş.
Ölümün Mavi Işığı için tek bir türden bahsetmek yeterli olmayacağı için hem edebi anlatımı tercih edenler hem de tarihsellik arayanlar ve bilim dünyasının hikayelerini merak edenler için tercih edilecek bir roman.
İçsel yolculuğumuzu birlikte yaptığımız Tankut ve Billur dostlarımızın Ağustos ayında harika bir etkinliği var. Bu zamana kadar gördükleri, duydukları ve dönüştürdükleri neler varsa bizlere ilham olması için hazırda bekliyor. Şimdiden programınızı yapın derim. Etkinlik detaylarını aşağıda bulabilirsiniz.
Vibe to BE yolculukları ile 21-25 Ağustos tarihlerinde Fethiye’de Shanti Soul’da buluşuyoruz.☀ Gelin, içsel özgürlüğümüzü birlikte kutlayalım.? Etkinlik Ücreti: 25 Temmuz’a kadar yapılan ödemelerde ön ödeme indiriminden yararlanabilirsiniz.
Ücrete programa dahil olan bütün etkinlikler, konaklama, denize ulaşım, sabah kahvaltısı, öğlen çorba, meyve ve salata servisi & akşam yemekleri dahildir. Shanti Soul’a Ulaşım:✈ Uçak bileti ve transfer ücrete dahil değildir. Otele en yakın havaalanı Dalaman’dır. Dalaman havaalanından Shanti Soul’a ücretli transfer sağlanabilir. Detaylar için bizimle iletişime geçebilirsiniz. Kayıt Detayları için DM, ☎532-353-2786 veya ?info@vibetobe.com üzerinden bize ulaşabilirsiniz. Shanti Soul’da görüşmek dileğiyle.? Mekandan birkaç görseli de paylaşıyorum. Sadeleşip varlığınızın ihtiyacı olanları almanız için harika bir yer olduğunu da şimdiden söylemek istiyorum.
Yıl 2018… Ve Türkiye’nin uzun soluklu
ses yarışmalarından “O Ses Türkiye” de ilk kez bir kadın vokal, şampiyonluğu
tadıyor… Ekran başında o kadar mutlu oluyoruz ki, bu değerli sesin kıymetinin
bilinmesi umut veriyor. Lütfiye Özipek yarışma döneminde şarkılarını severek
takip ettiğim bir isimdi.
Uzun zaman sonra mail kutuma düşen röportaj talebiyle mutlu oluyorum. Bu şahane sesli kadınla röportaj yapmayı tabii ki isterim diyorum ve sorularımı hazırlıyorum. Sorularımı hazırlarken yeni teklisi “Bir Bilene Sor”u da keyifle dinliyorum. Hemen arkasından yarışmaya katılıp 4 jüri üyesini de döndürdüğü “Roxanne” şarkısı geliyor! Ben hazırlarken keyif aldım, umarım sizler de okurken keyif alırsınız. İşte huzurlarınızda Lütfiye Özipek…
“Şarkı söylemediğim bir yaşı ya da
zamanı hatırlamıyorum.”
Öncelikle keyifler nasıl, yarışmanın
üzerinden uzun bir zaman geçti ama şampiyonluktan bu yana neler yapıyor Lütfiye
Özipek?
Keyifler süper, bomba gibi, umarım
sizler de böyle hissediyorsunuz. Yarışmanın hemen ardından elbette Kıbrıs’ta
bol bol konserler verdik ve çok yoğun bir süreci arkada bıraktık. Şimdi ise
İstanbul’da yeni teklimizin heyecanını yaşıyorum. Daha yeni başlıyoruz
diyebilirim, çok güzel konserler, çok güzel buluşmalar hayal ediyorum
Türkiye’de de. Umarım onlar da olacak.
Müzik, hayatınızda nasıl bir yerde?
Şarkı söylerken içinizde nasıl bir his uyanıyor?
Ben şarkı söylemediğim bir yaşı ya da
zamanı hatırlamıyorum sanırım. ‘Kendimi bildim bileli’ derler ya, işte sanırım
o tarif bu noktada bana çok uygun. Nefes aldığım yer sahnedir, içimdeki her bir
şeyi bazen tek bir kelimeyle anlatamazken bir şarkıyla anlatabiliyorum. Her gün
bunun için şükredenlerdenim.
“Bir Bilene Sor’u, cesarete ihtiyaç
duyan herkesin dinlemesini arzu ederim.”
İlk tekliniz “Bir Bilene Sor” yayınlandı.
Şarkıya nasıl tepkiler geldi bugüne kadar?
90’lar sound’unu özleyen, o zamanları
arayan ve günümüzde gerçek aşkla ve sevgiyle cesarete ihtiyaç duyan herkesin
dinlemesini arzu ederim.
Bana göre ortaya çıkan şarkımızın en büyük
hedeflediği şey kaliteli müziğin hâlâ var olabildiği, dinleyicimize hayatında
kısa sürede tüketmesi değil de uzun zaman eşlik etmesi. Belki yıllar boyu açıp
açıp dinlemeleri. Umarım başarmışızdır. Başlangıç olarak harika tepkiler
alıyoruz gibi hissediyorum.
Sözü ve bestesi Fatih Ahıskalı’ya, düzenlemesi
ise Tolga Görsev’e ait olan “Bir Bilene Sor” şarkısını çok güzel
yorumlamışsınız, emeğinize sağlık. Şarkı için nasıl bir stüdyo dönemi
geçirdiniz?
Benim ilk teklim olduğu için çok yeni ve
çok stresli bir sürece girdim. Adete sıklıkla stres ve kaygı çekerken hem
stüdyo evim gibi hem de ailem gibi olduğu için orada her şeye rağmen çok
rahattım. Benim için çok özel bir dönemdi, kısacık zamanda bile sevgili abim
Tolga Görsev sayesinde çokça şey öğrendim. Umarım her şey daha da güzel olur
ileride.
Klibe de ayrıca bayıldım. Klipte şarkıya
o kadar iyi bir hâkimiyet var ki, sanki ‘ben şarkı söylemek için doğdum!’
diye bağırıyor gibisiniz. Klip için nasıl bir süreç ilerledi?
Allah da sizi güldürsün… Sanırım kendimi
bildim bileli bunun hayalini kurduğum için sizlere de çok yansımış. Klibimiz su
gibi aktı adeta, hem tatil gibi de oldu biraz benim için.
İlk defa Edirne’yi görme fırsatı buldum
çok büyülü ve muazzam bir yermiş. Eğlenceli ve aile gibi olduğumuz ekibimizle
bence harika ve natürel bir iş çıkardığımızı düşünüyorum.
“Yarışmak, hakikaten zorlu ve
düşündürücü bir durum.”
Müzikal hayatınızda daha çok ‘cover’
şarkılar üzerinden mi ilerlemeyi mi düşünüyorsunuz, yoksa sözü-müziği size ait
şarkılar da var mı planlanan?
Hepsinden de olacak, hepsinin zamanı
geldikçe sevgili dinleyicimizle buluşacak. Kendi yazdığım bestelerde yolda
geliyor, ardından da her daim sevip değer verdiğim coverlar da bu yolda
sahnelerde her zaman sevgili dinleyicimizle kavuşacaktır.
Ülkemizde oldukça izlenen “O Ses Türkiye”
yarışmasının tek kadın vokal şampiyonu olmak, hayatınıza neler kattı? Müzikal
anlamda donanmak, bir yarış halinde olmak vs. Yarışma dönemi nasıl bir dönemdi?
Elbette ki tek kadın olmak hem diğer
kadınlar hem de kendi adıma benim için büyük bir onurdur. Lakin yarışmak
hakikaten zorlu ve düşündürücü bir durum, ailem ve sevdiklerim ısrar etmese
belki de asla katılmazdım. Ömrümce müzikle uğraşmış, kendimi
çocukluğumdan beri sahnelerde bulmuş biri olarak bu zorlu yarışlardan hep uzak
tutmaya çalışsam da sanırım kaderimde vardı diyorum şu an ve iyi ki de gitmişim
diyorum.
Bana O Ses Türkiye’de yarışmak dışında o
kadar şey kattı ki, şimdi baktığımda iyi ki orada hayatımın bir döneminde
olmuşum ve oradan geçmişim diyorum.
Vazgeçmemeyi hedefleyen herkese tavsiye
ederim, kırılganlığımızı, müzisyenliğimizi, duruşumuzu ve hassasiyetimizi
sorguladığımız zamanlar olabiliyor böyle yarışmalar ve bu yol zor bir yol ama
hep diyorum benim yolum, kimseyle yarışmadığım ve sadece kendi peşimden koşup
kendimle yarıştığım bir yolun daha başındayım.
Yarışmaya yabancı bir şarkı olan “Roxanne”
şarkısıyla katılmıştınız. Daha sonra ise yerli parçalar üzerinden devam
etmiştiniz. Yabancı şarkılarla aranız nasıl bu aralar, gelir mi birkaç şarkı?
Ki bence söylemelisiniz, Roxanne yorumu muhteşemdi…
Çok teşekkür ederim, onur duydum.
Çokça yazdığım İngilizce besteler de var
aslında. Onların da zamanı gelecek elbet. Roxanne her daim sahnede sizinle
olacak ondan şüpheniz olmasın.
“Erkan Oğur ile bir sahne almak, büyük
hayallerimden bir tanesidir.”
“Hayatımın şarkısı” diyebileceğiniz,
sizin için ayrıksı olan veya “Söylerken çok mutlu oluyorum” dediğiniz bir şarkı
var mıdır bu dünyada?
Çok fazla var inanın. Söylediğim
şarkıların hepsinin apayrı yeri var benim için.
Yarışmadan da ya da cover larımızdan da
takip ettiğiniz kadarıyla ve fark etmişseniz Sezen Aksu şarkıları vazgeçilmezim.
Söylerken birçok şeyi anlatabildiğim yegâne besteler onlar benim için, her
yorumladığımda başka başka hissedebiliyorum.
Şu sıralar ise herkese tekrardan tavsiye
etmek istediğim, kendi yolunu gitmek ve bunun için mücadele veren her yoldaşıma
sevgili Barış abinin şarkısı; ‘Eğri Eğri Doğru Doğru’ şarkısını şiddetle
tavsiye ederim. Bir Barış Manço mucizesidir benim için.
Lütfiye Özipek’ten 5 kişilik bir müzik
grubu kurmasını isteselerdi, bu grupta yerli-yabancı ayrımı olmaksızın kimler
olurdu?
Çalışmak ve sahnede özenle izlediğim çok
müzisyen var hangisini söylesem bir diğeri eksik kalır gibime geliyor. Muazzam
müzisyenler var! Şu an seçemiyorum ama ileride fırsatım olduktan sonra yaşayıp
tanıklık ederiz diye umut ediyorum. Erkan Oğur ile bir sahne, büyük
hayallerimden mesela. Daha niceleri var.
Yeni çalışmalar, Bir albüm çıkarma planları
var mı? Yeni şarkılar gelecek mi?
Yeni teklimiz de umuyoruz ki sonbaharda
sizinle olur. Artık konserlere de başlayacağımız bir sürece giriyoruz. Bizi
seven, merak eden her dinleyicimizle buluşmak için sabırsızlıkla bekliyor ve
bol bol çalışıyoruz. İleride de albüm tabii ki gelecek ve dinleyicimizle
buluşacak.
Ortada 2,5 milyon metrekare beton, yüzlerce milyon liralık ihaleler, çalışma kampına dönen bir yurt anlayışı ve beraberinde getirilen bir ekonomik model var. Ama kimse gerçekleri konuşmazsa, herkes olaylar gelişirken kafasını çevirmeye devam ederse yalanlarla dolu bir ülkede sadece inşa edeceğimiz tek şey “hocam o ağacı niye kesiyorsunuz?” diye soran kızın üzüntüsü olacak.
Pazartesi sabahı ODTÜ’ye iş makineleri polis denetiminde üçüncü kez girdi ve yine binlerce ağacı kesti. 55 gündür bekleyişte olan öğrencilerin itirazları arasında hızarlar kavak ağaçlarının boğazına dayandı ve onları uçurdu. Polisin girmesinin bu seferki gerekçesi ODTÜ’ye Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, kısa adı KYK adına öğrenci yurdu yapılmasıydı. Yapım için önce ODTÜ’nün seçilmemiş rektörü polisi öğrencilerin üstüne salacağını hocalara iletti ve birkaç gün sonra o çirkin görüntüler yaşandı.
Polis 2013 yılında ODTÜ’ye ilk girdiğinde ormanın doğu kenarından kocaman bir otoyol geçirildi. İkinci girdiğinde ODTÜ’nün batı kenarından otoyol geçirildi. Üçüncü olacak bu girişinde üniversitenin ortasına hançer saplandı.
Olay hiç de ODTÜ meselesi değildi. Olay daha çok Ankaralıların meselesiydi. Hatta bir rejim meselesiydi. Yurt yapacağım diyenler için tek elverişli yer ağaçların bulunduğu yerdi.
Karşı çıkanlar “öğrenci yurduna” karşı çıkıyorlar, “ekolojik yıkım” olacağını, projenin KYK hinliklerini sokarak aslında “bir Truva atı” olacağını söylüyorlardı. Ayrıca “ODTÜ’nün bir bilim yuvası” olması ve “AKP’nin ODTÜ’yü parçalamak istemesi” konusunu öne çıkartan, “ODTÜ’nün dokusunun bozulmak istendiğini” söyleyenler de oldukça fazlaydı.
OLMAZ AMA EVET
Karşı çıkılan noktalar akla yatsa bile aslında pek de doğru olduğu söylenemez. Aslında öğrenciler yurda değil, KYK yurduna karşıydı. O yüzden bir ay evvel #KYKDeğilODTÜYurduİstiyoruzkampanyası yapmışlardı. Öyle çelişkili bir durum ki KYK değil ODTÜ yapınca oluyordu ama ODTÜ’nün başındaki kişi için daha yeni “Verşan Kök ODTÜ’ye rektör olamaz” diye kampanya yapıldığı unutuluyordu. Kaldı ki ODTÜ’ye yapılacak her türlü bina zaten bir ekolojik yıkım olacaktı.
Öğrenciler “KYK yapıyorsa olmaz ama yurda evet” diyorlardı. İşte bu durum bütün ekolojik ya da diğer argümanları zeminsiz kılıyordu.
Ancak daha büyük bir dizi sorun vardı. Öğrenciler yurda karşıydı ama yapılan yurt değildi. Yapılan 9 binadan oluşan tam 50 bin metrekare beton bir mabetti. İçinde bir değil 5 öğrenci yurdu, yönetim binası, kafeterya binası, atölye binası ve konferans salonunun olduğu bina vardı. Bu başka bir şeydi. Ama kimse bunları konuşmuyordu.
KYK ODTÜ yurtları Kaynak: KYK
Aslında konu ODTÜ değildi. Konu başka bir ekonomik modeldi. İtiraz edenler bir yurda itiraz ederken gerçekte olan 3. Köprü, Şehir Hastanesi, Osman Gazi Köprüsü, imar barışı gibi bir şeydi. Ama kimse bununla ilgilenmedi. KYK yurdu tartışması buzdağının görünen yüzünün sadece bir köşesiydi.
KYK İNŞAAT A.Ş.
KYK’nın raporlarına göre 2017 yılı itibariyle yaklaşık 625 bin öğrenciye yurt hizmeti sağlanıyor. Bu kapasitenin yarısı kendi yurtları, bir o kadarı da kiraladığı binalar. KYK 2017 yılında 14 bin 690 kişilik 23 yurt açıyor. 23 bin 200 kişilik 14 projeye arsa tahsis ediliyor ve 104 bin 350 kişilik 127 projenin çalışması yapılıyor. Yani ODTÜ KYK yurdu 2017 yılından bu yana konuşulan, çalışılan ve içinde ODTÜ yönetiminin de olduğu bir iş. Yeni değil.
KYK’nın 2017 Yılı Yurt İnşaat Projeleri, kaynak: KYK
2018’de bir ihale patlaması yaşıyor. KYK 2010’dan bu yana toplam 175 ihaleye çıkmış. Bunların 20 kadarı onarım, tadilat ve klima gibi ihaleler. 138 tanesi ise yurt yapım işi. Bu 138’in içinde 250 kişilik yurtlar da var, 6 bin kişilik yurtlar da var. 2017’de 11 ihale yapmış. 2018’de 60 ihale ile rekor kırmış, 2019’da ise 17 ihale yapmış. Çok kabaca topladığında 100 binden fazla öğrenciyi içine alan çalışma kampı gibi yurtlardan bahsediyoruz. ODTÜ’deki verilerle orantılarsak karşımıza 2,5 milyon metrekarelik devasa bir inşaat çıkıyor.
ŞEHİR HASTANESİ GİBİ ŞEHİR YURTLARI
Aslında “ne güzel devlet yurt yapıyor” diyebilirsiniz. Örneğin Rize’nin Fındıklı ilçesindeki 250 kişilik yurt. 17 bin nüfuslu Fındıklı’daki yüksekokulun zaten 193 öğrencisi varken şimdi 250 kişilik bir yurt yapılıyor. İş yurt ile bitmiyor. 250 öğrencinin bütün sosyal ihtiyaçlarını karşılıyor musunuz, yoksa onları yurtlara mı hapsediyordunuz? Yurt ilçenin bir parçası olabiliyorsa harika. Ama değilse?
Başka bir örnek verelim. Ankara’nın Çubuk ilçesi, köyleri ile beraber nüfusu 90 bin kadar. Ama oraya 3 bin kişilik yurt yaptınız mı o kadar gence üniversite adına kafeterya, çalışma salonu ve konferans salonu dışında ne verebileceksiniz? En yakın tiyatro, sinema, söyleşi kaç kilometre uzakta? Hadi onu da geçelim. İzmir’de her türlü altyapı var değil mi? Ama İzmir’e tek bir yurt kompleksi yapıp oraya 6 bin öğrenciyi koyarsanız bu nasıl bir denklemdir?
İktidarın çalıştığı bu modele göre öğrencileri tıkıştırıp inşaat projeleri için alanlar açıyor. Sanki şehir hastaneleri gibi şehir yurtları çıkartmış durumda. Böyle bir resim varken konuyu “ODTÜ’yü parçalamak” diye tartışamazsınız. AKP her sorunu paraya çeviren bir parti. Aynı zamanda paraya çevirmek için de sorun yaratan bir parti.
Demek ki sorun ODTÜ değişmiş. Yurt inşaatının ekonomiye kazandırılması, mevcut sosyal ilişkilerin bozulmasıymış.
Şubat yılında Sivas’ta açılan 10 bin kişilik Mega-KYK yurdu inşaatından.
PASİF İTİRAZLAR
Şimdi karşımıza bir başka resim daha çıkıyor. Madem böyle bir sorun vardı, bu sorun neden baştan çözülmedi? Mesela 2017’den bu yana ODTÜ’lüler ve KYK bir dizi pazarlık yapıyor. Neden ODTÜ’nün haberi olmuyor. Bir kişi bile ağzından kaçırmıyor mu? Basit bir sorgulama ile projenin kapasitenin başlangıçta 4 bin kişilik olduğunu sonradan 2 bine indiğini öğrenebilirsiniz. Bu süreçte hiç bir bilgi sızmadı mı? Ya da 21 Mayıs 2018’de arazi KYK’ya devrederken protokol imzalanırken işin aslını neden kimse ortaya koymadı? 23 Ocak 2019’da ihale ilan edilirken, 25 Şubat 2019’da ihale yapılırken neler yapıldı? Çok açık ki işin geliştirilme aşamasında yapılmayanları son aşamadaki itirazlar hiç kurtaramaz.
Bu pasif itirazlar, eksik anlatım,, konunun ODTÜ özeline indirgenmesi sadece iktidarın işine yarar. Ama bu durum aynı zamanda itiraz edenlerin beton ile bir sorunu olmadığını gösterir. Yoksa 2,5 milyon metrekarelik, 100 bin kişilik bir projenin bir parçası olarak şimdiye kadar tartışılırdı. ODTÜ Kavaklık’a 8 km, Meclis’e 5 km mesafedeki KYK binasından bu kadar habersiz olmamız başka türlü imkânsız.
ODTÜ’YÜ ODTÜ’LÜLER PARÇALIYOR
Neo-liberalizm ile gelişen kurum kültürü o kadar yayıldı ki artık kuruma laf edilmesin diye kimse gerçek suçlulara dokunmuyor, sorumlulara laf etmiyor. Kurum kültürü öyle bir hâl aldı ki örgüt ya da yapı için kollama kültürüne dönüştü. Hatta cezasızlık iyice oturdu. Mesela 2013 yılında ODTÜ’den yol geçiren projeyi yapan 6 inşaat mühendisi ve şehir planlamacı aynı zamanda ODTÜ hocasıydı. Bunun görüşmelerini yapan seçilmiş rektör de ODTÜ mezunu Prof. Dr. Ahmet Acar’dı. İkinci yolun devrini yapan Verşan Kök de ODTÜ mezunu. KYK ile ODTÜ’de yurt pazarlığı yapanlar da ODTÜ mezunuydu. Ama hiçbiri sır vermedi. ODTÜ’yü değil betonun, asfaltın çıkarlarını korudular.
BİLİMİN DEĞİL NEO-LİBERALİZMİN KALESİ ODTÜ
ODTÜ’de bilime gönül vermiş, sorgulayan, araştıran çok isim var. Ama onlar ODTÜ’yü temsil edemiyor. Onlar bilime bir katkı yapıyorsa, bu ülkenin kapitalistleşmesine milyar katkı koyan isimler var. Kimse konuşmaz ama bugünlerin popüler ismi Ali Babacan ODTÜ mezunudur ve bugün yaşanan ekonomik krizin altyapısını kurmak için 13 yıl bakanlık yapmıştır. Ya da ODTÜ mezunu CEO’lar. Örneğin Erman Ilıcak. ODTÜ İnşaat mezunu ve okula bir kütüphane yapacak. Ama sakın “ne güzel kütüphane işte” demeyin. Çünkü kendisi halk arasında kaçak saray olarak bilinen AOÇ’nin ortasına yapılan komplesin müteahhididir. Yakın bir zamanda ODTÜ’de yine ağaç kesilirse şaşırmayın, şimdiden söylemiş olayım.
ODTÜ’YÜ ODTÜ’LÜ OLMAYANLAR KORUR
Bahar aylarında ODTÜ’de çok başarılı bir LGBTİ+ eylemi yapıldı ve Verşan Kök çıldırdı. Öğrenciler bunu Kavaklık bölgesine yapılacak yurtlar kompleksine bağlayamadılar. Aynı dönemde bahar şenliklerini engellemeye kalkan atama rektöre karşı öğrenciler “Verşan Kök ODTÜ’ye rektör olamaz” kampanyası ile müthiş bir cevap verdiler. Mezunlar gününde ise ODTÜ’lü hocalar tek bir pankart ile çıktılar ve “öğrencime dokunma” mesajı vererek Verşan Kök’ün arkasında yürürken bütün velilerin alkışlarını aldılar. Ama öğrenciler tek bir pankart ile “Ağacıma dokunma” ya da “Kavaklığa dokunma” diyemedi. Diyebilseydi binde bir oy farkı nedeniyle İstanbul seçimleri tekrarlanıyorken yüzde 25 eksik oy ile rektörlük yapan Kök de giderdi. Diğer yandan 1992 yılında yol yapımını engelleyen iki kişi, Prof. Dr. Gönül Tankut ve Prof. Dr. Gönsel Renda’yı kimse bilmez. İkisi de ODTÜ mezunu değildir.
ODTÜ, BETONUN KALESİ Mİ?
ODTÜ’de bir yurt meselesi yok, bir betonlaşma meselesi var. Bunun tek sorumlusu AKP değil. 100 bin öğrencinin kalacağı mega yurtlar örgütleniyor. 2,5 milyon metrekare beton yığınları parça parça ihale ederken kimsenin bu detayları konuşmaması oldukça garip. Hele Konya’da 2 bin kişilik yurt için 90,8 milyon TL, İzmir’de 6 bin kişilik yurt için 236 milyon TL dönerken olayı ODTÜ’ye indirgemek çok büyük bir sorundan öte kasıtlı bir durum. Daha ilginci ise 2 bine yakın ağaç kesilirken birilerinin inşaatı durdurduk demesi. Çankaya Belediye Başkanı’nın “gerekirse mühürleriz” deyip ertesi gün kurulan barakalara dokunmak yerine yoksulların gecekondusunu yıkması çok absürt bir durumdu.
KYK ODTÜ yurtlarının yerleşim planı Kaynak: KYK
Ağustos 2013’te bir toplantıda dönemin Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç “Yapacağınız yatırımlarda bütçeye yük oluşturmayacak bir yol bulmanız lazım. İki yurdun arazisi ile ilgili modeller üzerinde çalışmalar yapılıyor. TOKİ’yle değerlendirmeler olabilir, kat karşılığı değerlendirme olabilir, arsalar doğrudan satışa da arz edilebilir” demişti. İşin rengi baştan beri belliydi ama kimse bu politikayı tam konuşmadığı gibi iş modelini de açık etmiyor.
Ortada 2,5 milyon metrekare beton, yüzlerce milyon liralık ihaleler, çalışma kampına dönen bir yurt anlayışı ve beraberinde getirilen bir ekonomik model var. Ama kimse gerçekleri konuşmazsa, herkes olaylar gelişirken kafasını çevirmeye devam ederse yalanlarla dolu bir ülkede sadece inşa edeceğimiz tek şey “hocam o ağacı niye kesiyorsunuz?” diye soran kızın üzüntüsü olacak.
Özel bir zaman bize kendini açar. Yaşayan zaman denilen bu aralıktan gelenler bizi mutlu eder. Bazen sadece izlemeye gelirler, bazen siz sadece izlersiniz. Ne olduğunu bilmeden baktığımız an’lara gidelim.
Uçan halıyı ayaklarınızın altından çekeceğim bu sefer. Yerine uçan kalbi, yüksek aklı koyacağım. Köydeki üzümlerin olgunlaşmasını bekleyenlerden biri de benim. O küçük kara kardeşlerin yaz ayı boyunca topladıkları güneş izlenimlerini fermente edeceğiz. Ayaklarımızın altına alacağız o realiteyi. Suyu tutmak için oluşturdukları kesecikleri, kapları ezeceğiz ki içindeki çıksın. Simyasal işler olacak mekanda. Kan ve şarap bir olacak belki de? Su dolu güğümleri getireceğim öğretmene nasıl şarap yaptığını bize gösterir belki?
Birbirine muhtaç diyebileceğim iki farklı realitenin kavuşması, birlikteliği karanlık içinde görmezden gelinemeyecek bir ışık yaratıyor. Yarattığı için, yaratmaya devam ediyor kısaca yaratıyor. Gelecekteki benin, ona göre geçmişteki şimdisinde yaşayan ben’e yolladığı her şeye selam olsun. Nasıl bir sevgi bu?
Karanlığın içinde oluşturduğumuz dişi ve eril kabını görmek için uzaklardan gelenler için her zaman temiz bir odamız var. Havası için dönen tekerleğimiz, yıkanacaklar için bitki akvaryumumuz var. Ateşin içinde dans etmek isteyenler için gaz yağı lambamız var. Toprakta biraz uzanayım Peace Lily’nin gölgesi altında diyenler içinde toprağımız, bitkilerimiz var. Kaslarında gerginlik enerjisi bulunmayan, kendisine göre sevgisini harika bir şekilde ifade eden Lapis kedimiz var. Kendisi Lapis Lazuri soyundan geliyor. Pembe hayvan! Çığlıkçı hayvan! HaVa’yı fazla kullanıyor.
Karanlıkta görünür olmuş iki varlığın dansını izlediniz mi hiç? Birbirini bilen iki varlığın nasıl uyuduğunu gördünüz mü? İçsel olarak bilirsin. Birçok şeyi kaplar o bilme hali. İki galaksinin birbiri içine çekilip her yöne dağılması gibi. Egonun kendi içinde yükselmesi ve bildiğimiz anlamda var olmaktan çıkarmasını görebilirsiniz.
Eve gelmişsinizdir sizinle birlikte gelenlerin yanında evde başka bir şey daha vardır. Bir ders çıkışı eve döndüğünüzde geceyi karşılamak için dinlenirken tavanda aurora borealis ışığı dolaşır. Biz onlara bakarken onlar da bize bakar. Işık daha fazla bilgi ile alanda var olmaya doğal olarak başlar. Işık bilgi taşır, entropinin artması demek sistemi tanımlamak için daha çok bilgiye ihtiyacım var demektir. Bilgiyi de ışık taşıdığına göre, entropinin artması daha çok ışık olması demek bizim için. Düzensizlik gibi anladığımız şeyin içinde bize gözüken ışıkları yakarsınız birlikte. Bir yerden sakin bir mantra geceyi doldurur. Beyaz, çukurca bir kabın içerisinde Ibn Ezra’nın karışımı üstünde dağ adaçayı demetiyle yanar. Abraham ben Meir ibn Ezra ve Meir’in Tanrısı odaya kokusunu verir. Ufak bir dokunuş ile açılır tavan. Daha da görünür olursunuz ama en önemlisi de dişi ve eril karanlıkta ışığı titreştirmeye başlamıştır.
İstanbul’un kirli alanları içinde temiz kalmaya devam edersiniz. Korkmuş, yaşam alanı kalmamış dostlar için deniz fener gibi işaret verirsiniz. “Evet, derler buradaki evin ışıkları yanıyor. Geceyi orada geçirebiliriz, bize yemek ve yatacak yer verirler. “
Evet, insanın unuttuğu astral ışıkları tekrar yakan, yakmaya
çalışan dostlara selamlar olsun. Kalbimi kalplerinin üzerine koyuyorum. Ibn
Ezra’ya, maddeyi gözlemeye gelmiş, şahit olan Sahra’ya, büyük yıldızların
ışıklarına. Devam dostlar.
Acun Karadağ ve FEMEN Türkiye’nin sosyal medya hesapları üzerinden yaptığı orospufobik, LGBTİ+ fobik ve ahlakçı açıklamalara karşılık biz ahlaksız orospuların açık mektubudur:
-UYARI: BU METİN TETİKLEYİCİ ÖGELER BARINDIRABİLİR.-
Sözlerimize bu mektubu kaleme alıyor olmaktan duyduğumuz rahatsızlığı paylaşarak başlamak istiyoruz. Son günlerde gerek hükümet yetkilileri, gerek devlet kurumları ve gerekse de egemen düşünceyi taşıyan kitleler marifetiyle toplumun tüm ötekilerine yönelen baskı ve şiddetin; söz konusu lgbti+ bireyler ve seks işçileri olduğunda ideoloji ya da politik konumlanış farkı olmaksızın – eril, fobik ve ahlakçı bir ittifakın kurulduğunu ve bu ittifakın biçim ve renk değiştiren şiddetinin hedefine bizlerin oturtulduğunu gözlemliyor ve şiddetin açık hedefi haline getirilmemizi kaygıyla seyrediyoruz. Özellikle 23 Haziran’da gerçekleştirilen seçim öncesinde bizzat devlet kurumları ve hükümet yetkilileri tarafından sürekli hedef gösterilen bizler, harekete geçirilen nefret dalgasının seçimler sonrasında da bir devlet politikası haline getirilmeye başlandığını gözlemliyorken; son günlerde bu nefret dalgasına muhalif kimi isimlerin – onları mağdur eden egemenlerle kol kola vermiş bir biçimde seks işçilerini hedefe aldığını; başka bir muhalif kadın örgütlenmesinin ise çok gerici ve ahlakçı bir noktadan, eril tahakkümü besleyen bir fikirle seks işçilerini “kurtarılması gereken fahişeler” çemberinin içinden değerlendirdiğini, onlar adına utanarak dile getiriyoruz. KHK ile ihraç edilmiş öğretmen Acun Karadağ, 7 Temmuz tarihli “Genelevleri kapatma önerisine seks işçilerinden tepki” başlıklı bir habere “Gönder eşini o da işçilik yapsın o zaman bu işse” diyerek cevap vermiş, ardından da gelen tepkiler üzerine sosyal medya hesapları üzerinden tepki gösteren LGBTİ+’lara “Benim de LGBTİ’li arkadaşlarım var, ben homofobik değilim” , “Feminizm ahlaksızdır. Neden? Sınıfı cinsiyetçilikle böler, sınıfın güç birliğini engelleyerek devrime engel oluşturur da ondan.” , “Burjuva erkek karısını aldatırken yine ezilenlerden birini para karşılığı satın alarak fuhuşun tarafı oluyor. Yine egemen sınıfın mecbur bıraktığı koşullarda para karşılığı girilen cinsel ilişki. Yoksulların, ezilenlerin maruz bırakıldığı durum. Siyasal dönemi hangisi olursa olsun zenginler yapınca cinsel özgürlük fakirler yapınca fahişelik olarak tanımlanan insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçlardan biri fuhuş. Yani ismi ne olursa olsun, kim eliyle yapılırsa yapılsın suç” demiştir. Bununla da yetinmeyerek orospufobisini daha da çirkin bir noktaya çeken Karadağ; eleştirilere hedef gösterme ve nefret söylemleriyle cevap vermeyi sürdürmüş; bu kez ülkedeki tüm insan hakları aktivistlerini hedef göstermeye ve tehdit etmeye kadar vardırmıştır fobisini. FEMEN Türkiye ise sosyal medya hesaplarından “FEMEN, son günlerde bazı feministlerin fuhuşu kadın dostu bir işmiş gibi savunmalarını üzüntüyle takip ediyor. Fuhuş dünyanın en eski zulüm ve sömürüsüdür. Bir kez daha tüm feministleri fuhuşun karşısında, kadınların yanında yer almaya çağırıyoruz. Seks endüstrisi faşizmdir.” Yazan bir açıklama yayımlamıştır. Orospufobik olduklarını belirttiğimizde ise mistik, temelsiz bir noktadan safsata dolu bir cevap vererek kol kola girdikleri orospufobik ittifaktaki konumunu sağlamlaştırma yoluna gitmiştir. Öncelikle bu talihsiz açıklamaları yaparak, muhalifi olduklarını iddia ettikleri egemenlerle aynı dili konuşmuş olan; ahlakçı, orospufobik, misojenik ve eril bir noktadan orospuları kriminalize eden, orospuluğu cis-kadınlıkla ilişkilendiren bir noktada birleşmiş olan, Acun Karadağ’ı ve Femen Türkiye’yi eshefle kınıyoruz. Yaptıkları açıklamalar ve cevaplarla daha da derinleşen ve billurlaşan orospufobilerini tüm kamuoyuna yüksek sesle duyuruyoruz. Femen Türkiye Orospufobiktir! Acun Karadağ Orospufobiktir! Orospufobilerinin ve orospufobinin ayrıntılı analizini yaparak kamuoyunu bu konuda bilgilendirmeye devam edeceğiz; Acun Karadağ, Femen Türkiye ve tüm orospufobiklere buradan bir kere daha sesleniyor ve haklarımızı hatırlatıyoruz: – Seks işçiliği işçiliktir. – Seks işçileri işçidir. – Herhangi bir işçinin emek piyasasında maruz kaldığı sömürü ne ise, seks işçilerinin yaşadığı sömürü de aynı kökten beslenir. Sömürü mesleğin kendisinde değil; bu mesleği icra eden biz orospuların haklarını gözetmeyen devlet ve onun hukuk mekanizmalarında ve ekonomik sistemde gizlidir. – Seks işçiliğini kriminalize eden, mücadele etmemiz gereken bir öcüye çeviren, karşısında durmamızı gerektiğini söyleyen tüm söylemler; doğrudan seks işçilerini de kriminalize eder ve orospufobi üretir. – Seks işçiliği yalnızca cis-kadınların mesleği değildir. Aksine, her cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimden seks işçisi vardır ve halen çalışmaktadırlar. – Orospulukla mücadele pratikte orospularla mücadeleye dönüşmektedir ve özneyi yok sayarak üretilecek her argüman orospufobiktir; bu mücadelenin kendisi de orospufobidir. – Seks işçiliği ile ilgili üretilecek politikaların toplumu değil seks işçilerini gözeten noktadan olması gerekmektedir ve seks işçilerini özne olarak kabul etmeyen her türlü politika orospufobiktir. – Bedenlerimiz bize aittir ve biz orospular kendi bedenlerimiz hakkındaki kararları kendimiz veririz. Bedenlerimize dair aldığımız kararlar ve mesleki tercihlerimiz sebebiyle ahlakçı tartışmalarınızın nesnesi olmayı reddediyoruz. – Seks işçiliğinin yalnızca zorunlu/zorunda kalınan bir iş gibi ele alınması yanlıştır. Bugün çok sayıda orospu, hür iradesiyle ve isteyerek orospuluk yapmaktadır. – Patronsuz ve pezevenksiz bir dünya hepimizin talebidir. Bugünkü ekonomik sistem içerisinde işçiler ve emekçiler için mücadele edilirken, nasıl ki, işçiler ve emekçiler gözetilerek ve mücadelenin özneleri olarak ele alınıyorsa; seks işçilerinin hakları için mücadele edilirken de seks işçileri özne olarak kabul edilmelidir. Seks işçiliğiyle, seks işçilerine karşı bir mücadele orospufobiktir. Özgür bir seks işçiliği mümkündür ve pezevenksiz bir dünya talebimiz kadar önemlidir. – Orospufobi öldürür. Bu mektup aynı zamanda tüm seks işçilerine, insan hakları savunucularına ve feminist harekete açık bir çağrıdır. Feministleri ve tüm nefret karşıtlarını seks işçiliğiyle ve seks işçileriyle mücadeleye değil; seks işçiliğini işçilik olarak görmeyen, kriminalize eden ahlakçı düşünceye karşı ahlaksızca mücadeleye davet ediyoruz. Yaşasın trans-feminist mücadelemiz! Yaşasın orospular!
Sivas Hafik Beykonağı Köyü’ne yapılması planlanan mermer ocağına karşı, köyde yaşayan insanlar tepki gösteriyor.
14 Kasım 2018’de Emmioğlu Mer. Mad. A.Ş tarafından yapılması planlanan 201701200 ruhsat numaralı proje, Sivas Valiliğine sunularak onay istendi ve valilik tarafından ÇED süreci başlatıldı. Daha sonra 12 Haziran 2019’da çıkan “ÇED gerekli değil” kararına ilişkin köy halkının ve yakın köylerde yaşayan halkın tepkisi oluştu. “ÇED gerekli değil” kararı, alanda yeterli araştırma yapılmadan verilmiş olup, bölgenin doğal ve inançsal değerleri göz önünde bulundurulmadı. Köylünün en büyük kaygısı tarımın, su kaynaklarının, hayvancılığın ve arıcılığın olumsuz etkilenmesidir.
Aynı zamanda yörede bulunan ve Pir Sultanın Abdal’ın musahibi olan Ali Baba Sultanın evlatlarından Ahı Sultanın ve Melek Dede’nin türbesi mermer ocağı projesinin 200 metre yakınında bulunuyor. Bu türbe ve inanç mekânları köy halkı ve civar köyler tarafından yıl içerisinde yoğun bir ziyareti karşılıyor. Çoğu zaman kurban adakları yapılırken aynı zamanda birlik cemi ve her yıl kültür festivalleri de burada yapılıyor. Küresel ısınmadan nasibini alan Anadolu köylerinde son birkaç yıldır içme suyu sorunu Beykonağı Köyü’nde de ne yazık ki baş gösterdi.
Yapılması planlanan mermer ocağı, günlük 25-30 metreküp su kullanacak ve bu sular köyün ya tarım için kullanılan sulama suyundan ya da içme suyu kaynaklarından elde edilecek. Köye ve Tozanlı vadisine yaz tatilini geçirmek ya da tarım yapmak için yıl içerisinde binlerce kişi geliyor. İstanbul’un bunaltıcı ve kirli havasında yaşayamayan yaşlılar, köyü bedensel rehabilite alanı olarak ve astım rahatsızlıklarının önüne geçmek için de kullanıyor. Mermer ocağı yapıldığı zaman yayacağı toz, bu gerekçelerle kalacak köy halkının yaşam alanlarını ve sağlığını olumsuz etkileyecek. Hafik ilçesinde bulunan tüm orman alanlarının yüzde 10’undan fazlasını içerisinde barındıran bu köyü daha fazla tanıtmak, doğal hayatını ve inanç merkezlerini korumak varken köylünün hiçbir yararına olmayan mermer ocağı yapılması yerel halkta tepkiye neden oluyor.
Telafisi olmayan zararlar
Mermer ocağı projesine dönük tepkiler sadece yerelde değil aynı zamanda İstanbul ve diğer şehirlerde yaşayan insanların da tepkisine yol açtı. Gerçekleşen bu tepkiler sonrası Beykonağı Köyü Muhtarı Barış Çağlayan yürütmenin durdurulmasına yönelik tüzel kişilik olarak açtığı davada şu gerekçeler göze çarpmaktadır: Sivas Valiliği ve Şehircilik İl Müdürlüğünün 11.06.2019 ve E. 11075 sayılı Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) Gerekli Değildir kararının; ocak işletilirken kullanılacak patlatıcıların ve bunun sonucunda oluşacak toz bulutlarının civarda yaşayan köy halkının sağlığı açısından telafisi mümkün olmayan zararlar oluşturacağı, ocağın 500 metre mesafesinde akan ve çevre köylerin hayvanlarının sulanmasında ve tarımsal alanda kullanılan Tozanlı Deresi’nin patlamalardan kaynaklı olarak yer altına çekileceği, dere suyunun ise toz bulutları ile kirleneceği, işletme alanı içerisinde ayrıca sit alanı niteliğinde ve turizm potansiyeline sahip oldukça büyük bir mağaranın mevcut olduğu, yine alan içerisinde Ahi Sultan Asa Suyu ve Melek Dede Türbesi adında çevre köylerce değer verilen inançsal yapıların bulunduğu bu mekânlarda her yıl düzenli olarak kültürel faaliyetler kapsamında panayır düzenlendiği, ocağın faaliyetine geçmesi ile birlikte bu doğal ve kültürel varlıkların da yok olacağı, kültür turizm varlıklarının korunmaya alınması yönünde Kültür Turizm İl Müdürlüğüne yapılan müracaat çerçevesinde bu alanların çevre iller olan Samsun ve Tokat dahil olmak üzere turizm faaliyetlerine açık bir alan olduğuna dair raporlar hazırlandığı işletmenin orman bitki örtüsüne de zarar vereceği ileri sürülerek iptal ve yürütmenin durdurulması isteniyor.
Bu gerekçeler ve kaygılar üzerine, Sivas İdare Mahkemesince dava açılan taraftan, yani Sivas Valiliğinden 15 gün içerisinde savunmaya dönük dosyaların mahkemeye sunulmasına, 25.06.2019 tarihinde oy birliğince karar verildi. Köylünün bu mahkemeye kitlendiği ve sonuçlarını olumlu beklemek istediklerini, aksi halde mermer ocağının yapılmasının doğal, kültürel ve insan sağlığı açısından olumsuz olacağını vurguladılar. Köy halkı tüm çevre örgütlerini ve Tozanlı’da bulunan köy derneklerini ve federasyonlarını Mermer ocağına karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çağırdı. “Bu ocak sadece bizim köyümüze değil Tozanlı Deresi’nde bulunan tüm köylere zararı olacaktır” denildi. Köy halkı birlik içerisinde dayanışma ile hareket edersek doğamızı suyumuzu, insan sağlığı ve inanç mekânlarımızı hiçe sayan bu mermer ocağının yapımına dur diyebileceklerini belirttiler.