Ana Sayfa Blog

Çevre dostu mimarinin örneği: Sürdürülebilir yaşam, Casa Cosecha de Lluvia ve yağmur suyu yönetimi

Casa Cosecha de Lluvia, dağların kalbinde sürdürülebilirliğin ve yenilikçiliğin mükemmel bir örneğini sunuyor. Yağmur suyunu arıtan bu etkileyici yapı, çevre dostu tasarımıyla size ilham verecek!

Robert Hutchison Architecture ve Javier Sanchez Arquitectos tarafından tasarlanan Casa Cosecha de Lluvia (Yağmur Hasadı Evi) Mexico City’nin yaklaşık 140 kilometre batısında, Temascaltepec kasabasında inşa edilen etkileyici bir yapıdır. Bu dağ evi, sadece estetik açıdan değil, aynı zamanda sürdürülebilirlik ve çevresel duyarlılık açısından da dikkat çekici bir projedir.

Tasarım ve Konsept

Casa Cosecha de Lluvia, doğanın ve çevrenin tüm unsurlarını harmanlayarak tasarlanmış bir yapıdır. Robert Hutchison Architecture ve Javier Sanchez Arquitectos, bu projede geleneksel mimari unsurları modern teknolojilerle birleştirerek eşsiz bir tasarım ortaya koymuşlardır. Evin tasarımı, çevresindeki doğal peyzaj ile uyumlu olacak şekilde planlanmış ve yerel malzemeler kullanılarak inşa edilmiştir. Bu yaklaşım, yapının çevreyle bütünleşmesini sağlamış ve estetik açıdan doğal bir uyum yakalamıştır.

Sürdürülebilirlik ve Su Yönetimi

Casa Cosecha de Lluvia’nın en dikkat çekici özelliklerinden biri, yağmur suyunu toplama ve arıtma sistemidir. Evin tasarımı, yağmur suyunun etkin bir şekilde toplanmasını sağlayan bir altyapıya sahiptir. Çatı sistemleri ve su kanalları, yağışları toplayarak bu suyu depolama tanklarına yönlendirir. Depolanan su, evin çeşitli ihtiyaçları için kullanılmadan önce özel bir arıtma sisteminden geçirilir.

Bu sistem, suyun kalitesini artırarak güvenli bir şekilde kullanılmasını sağlar. Ayrıca, yerel su kaynaklarına olan bağımlılığı azaltır ve çevresel etkileri minimize eder. Bu yaklaşım, suyun sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesini ve korunmasını sağlayarak, bölgedeki su krizine karşı etkili bir çözüm sunar.

Çevresel ve Toplumsal Etkiler

Casa Cosecha de Lluvia, çevresel sürdürülebilirlik açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir. Proje, doğal kaynakların korunmasına ve çevre kirliliğinin azaltılmasına katkıda bulunur. Ayrıca, yerel malzemelerin ve işçiliklerin kullanılması, bölge ekonomisine destek olur ve yerel toplulukla olumlu bir ilişki kurulmasını sağlar.

Projenin etkisi sadece çevresel değil, aynı zamanda toplumsaldır. Casa Cosecha de Lluvia, yerel halk için bir eğitim aracı olabilir, sürdürülebilir yapıların ve su yönetim sistemlerinin faydalarını gösterir. Bu tür projeler, benzer bölgelerdeki diğer projelere ilham kaynağı olabilir ve çevre dostu mimarinin önemini vurgular.

Casa Cosecha de Lluvia, modern mimarlık ve sürdürülebilirlik prensiplerinin mükemmel bir birleşimidir. Robert Hutchison Architecture ve Javier Sanchez Arquitectos’un tasarımında ortaya koydukları yenilikçi su yönetim sistemi, hem estetik hem de çevresel anlamda dikkat çekici bir başarıdır. Bu dağ evi, sadece doğa ile uyumlu bir yaşam alanı sunmakla kalmaz, aynı zamanda çevresel duyarlılığın ve sürdürülebilirliğin önemini vurgular. Gelecekte benzer projelerin bu tür sürdürülebilir çözümleri entegre ederek çevresel etkileri azaltması beklenmektedir.

Project ekibi; Robert Hutchison, Javier Sanchez, Sean Morgan ve Berenice Solis.

Yapı mühendisi; Bykonen Carter Quinn.
Müteahhit ise Mic Mac Estructuras.

Fotoğraf ekibi; Cesar Bejar, Benedikt Fahlbusch, Alberto Kritzler ve Laia Rius Solá.

Bu da ilginizi çekebilir:

Sürdürülebilir mimari tasarımın yeni yıldızı: Ahşaptan ayırt edilemeyen pirinç kabuğu yapı malzemesi

Çiftçilerin isyanını, toprağın çığlığını duydun mu?

0

Dünyanın dört bir yanında çiftçiler meydanlarda seslerini yükseltiyor. Peki neden? Çünkü toprağın gerçek sahipleri, artık daha fazla susamıyor. Çığlıkları dünyaya yayılıyor, kulak veren var mı?

Çiftçinin cebindeki delik büyük. Mazot, gübre, tohum… Maliyetler uçuyor, ama ürün fiyatları yerinde sayıyor. Haliyle çiftçi de düşünüyor: “Üretmesem, parayı faize yatırsam daha mı iyi?” Kısa vadede haklı gibi görünebilir, ama toprağın ruhu sadece para kazanmaktan ibaret değil; üretmek, yaratmak gerek.

Toprağa dönmek, geleceği yeşertmek gerek. Çiftçiler sadece ekonomiyle değil, doğanın hışmıyla da mücadele ediyor. Aşırı sıcaklar, kuraklık, seller… Bir yılın emeği, tek bir fırtınada yok olup gidiyor. İklim değişikliği, tarımın dengelerini alt üst ediyor. Şimdi tarımda yeni bir dönem var: Hayatta kalma mücadelesi.

Tarım politikaları? Tam bir trajedi. Devlet destekleri büyük şirketlerin kasasına akarken, küçük çiftçiler kendi yağlarında kavrulmaya çalışıyor. Ama artık yeter! Küçük balık da isyan ediyor, çünkü köşeye sıkışmış durumda. Ve herkes biliyor ki, bu oyunun kuralları acımasız.

Borçlar çiftçinin omzunda devasa bir yük. Kredilerle ayakta kalmaya çalışıyorlar ama geri ödeme? Tam bir çıkmaz sokak. Borç batağı öyle bir hâl almış ki, bazıları için bu yükten kurtulmanın yolu kalmamış. Bu acı gerçekle yüzleşmek zorundayız: Borçlar, çiftçilerin yaşamını tehdit ediyor.

Toprak ve su, çiftçi için her şey demek. Toprak, sadece geçim kaynağı değil; yaşamın, kültürün, geleceğin temeli. Ama büyük şirketler gelip bu toprakları ellerinden aldığında, çiftçiler köşeye sıkışıyor. Su kaynakları ticarileştiğinde, isyan etmekten başka çare kalmıyor. Çünkü toprak ve su olmadan, hiçbir şey mümkün değil.

Çiftçilerin isyanı, sadece onların değil, hepimizin meselesi. Onların toprağa döktüğü alın teri, hepimizin geleceği. Bu çığlığı duymazsak, toprağın ve emeğin değersizleştiği bir dünyada yaşamak zorunda kalabiliriz.

Farkında mısın? Fark et isterim.


7. Uluslararası Solo Çağdaş Dans Festivali 31 Ağustos-1 Eylül’de Cermodern’de

0

Çağdaş/kavramsal dans alanında bireysel hareket üzerine farklı bir bakış sunmayı amaçlayan 7. Uluslararası Solo Çağdaş Dans Festivali 31 Ağustos – 1 Eylül tarihlerinde CerModern Açık Hava Sahnesi’nde izleyiciyle buluşuyor!

Sanatın tüm disiplinleriyle doğrudan ilişki kurmayı amaçlayan CerModern, günümüz dans sanatının en özgün yorumlarından olan bireysel dans kategorisine özel bir alan açıyor. Bu sene de “Düşünen Beden” kavramsalıyla izleyiciyle buluşacak olan festival, Türkiye’den ve dünyadan 21 sanatçıyı 2 gün boyunca Ankara’da ağırlayacak. Etkinlikte, ulusal ve uluslararası dans sanatçılarının performansları, atölye programları ve partiyle izleyiciye zengin bir program sunulacak.

Solo Çağdaş Dans Festivali ile ülkemizde modern dansın gelişimine katkıda bulunmak, tanıtmak, uluslararası düzeyde işbirliği yaratmak ve en önemlisi çağdaş sanatın toplumsal bir etkinlik olması amaçlanıyor.

CerModern Kültür ve Sanat Programları Yönetmeni Zihni Tümer ise dünyada köklü bir geleneği olan çağdaş dansın 50’li yıllardan bu yana ülkemizde, özellikle Ankara’da kurumsallaştığını, üstlendikleri sorumluluğun dansın marka değerine katkıda bulunmak olduğunu ifade etti.

İtalya, Arjantin, İspanya, Portekiz, Polonya, Gürcistan, Litvanya, Çekya ve Almanya’dan katılacak olan dans sanatçıları CerModern Açık Hava Sahnesi’nde performanslarını sergiliyor olacak. CerModern tarafından yürütülen programın danışma ekibi bu alanda öncü çalışmalar yapan Deniz Alp, Özgür Adam ve Galip Emre’den oluşuyor.

Biletler, Biletinial’da satışta!

Yeşil mimarinin geleceği: Tarımsal atıklardan mimarinin zirvesine; mısır koçanları karbon emici duvarlara dönüşüyor

Tarım atıklarının mucizevi dönüşümüne tanık olun: Mısır koçanlarından üretilen karbondioksit emen duvar kaplamalarıyla yeşil mimarinin geleceği şekilleniyor! Sürdürülebilirliğin sınırlarını zorlayan bu yenilikçi projeyi keşfedelim!

İnşaat ve mimarlık dünyası, sürdürülebilirlik arayışında her geçen gün daha yenilikçi çözümler geliştiriyor. Doğal kaynaklar hızla tükeniyor ve iklim değişikliği etkilerini her yerde hissettiriyor.

Peki, biz bu değişen dünyada ne yapmalıyız?

İşte tam bu noktada, StoneCycling, Circular Matters ve Studio Nina van Bart’ın birlikte yürüttüğü muhteşem bir proje devreye giriyor. Tarımsal atıkları yenilikçi bir yaklaşımla dönüştürerek sürdürülebilir mimaride çığır açıyorlar. Mısır koçanlarından üretilen karbondioksit emen duvar kaplamaları, hem çevreye fayda sağlıyor hem de estetik açıdan büyüleyici. Bu yazıda, yenilikçi projenin etkileyici detaylarını keşfedecek ve mısır koçanlarının nasıl çevre dostu yapı malzemelerine dönüştüğünü okuyacaksınız!

Mısır koçanları, tarımsal faaliyetlerin bir yan ürünü olarak bol miktarda bulunan ve genellikle atık olarak değerlendirilen bir malzemedir. Ancak, mısır koçanlarının içerdikleri karbon nedeniyle karbondioksit emme potansiyelleri bulunmaktadır. Bu özellikleri sayesinde, mısır koçanlarının yapı malzemesi olarak kullanılması, binaların karbon ayak izini azaltmaya yardımcı olur.

Malzeme şirketi StoneCycling, danışmanlık firması Circular Matters ve tasarım aşamasın da Studio Nina van Bart’ın imzasını taşıyor. Bu yenilikçi yeşil çevre uygulamaları kadar, bu projelerin arkasında yer alan şirketlerin de önemi büyük. Şimdi, sürdürülebilirliği ve estetiği bir araya getiren bu heyecan verici girişimlerin arkasındaki vizyoner şirketler hakkında sizlere bilgi vermek istiyorum.

StoneCycling sürdürülebilir bina malzemeleri üretmeye odaklanmış bir şirkettir. Şirket, inşaat atıklarını ve geri dönüştürülmüş malzemeleri kullanarak yeni yapı malzemeleri yaratır. StoneCycling, atıkları yenilikçi ve estetik açıdan hoş malzemelere dönüştürme konusunda bir öncüdür. Mısır koçanlarının kullanımı da bu sürdürülebilirlik yaklaşımının bir parçasıdır.

Circular Matters, döngüsel ekonomiyi destekleyen projeler ve malzemeler geliştiren bir girişimdir. Mısır koçanlarını duvar kaplamalarına dönüştürme projesi, atık yönetimi ve geri dönüşümün nasıl inovatif ürünlere dönüştürülebileceğine dair güzel bir örnek teşkil eder. Bu tür projeler, hem çevresel fayda sağlar hem de malzeme israfını azaltır.

Studio Nina van Bart, yaratıcı ve sürdürülebilir tasarım çözümleri geliştiren bir stüdyodur. Mısır koçanlarını kullanarak karbondioksit emen duvar kaplamaları üretmek, stüdyonun çevre dostu tasarım ve malzeme araştırmalarına verdiği önemi gösterir. Bu tür projeler, estetik ve sürdürülebilirliği bir araya getirerek yenilikçi çözümler sunar.

Karbondioksit emme kapasitesi

Mısır koçanlarının karbondioksit emme kapasitesi, bu malzemelerin yapısında bulunan doğal karbon bileşikleri sayesinde mümkündür. Karbon, belirli koşullar altında atmosferden karbondioksiti emebilir ve bu sayede çevreye yayılan karbon miktarını azaltabilir. Mısır koçanlarının duvar kaplamalarında kullanılması, binaların iç mekan hava kalitesini iyileştirebilir ve genel olarak daha sürdürülebilir bir yapı çevresi oluşturabilir.

Üretim süreci

Mısır koçanlarından karbondioksit emen duvar kaplamaları üretmek, birkaç aşamalı bir süreç gerektirir:

  1. Toplama ve Hazırlık: Mısır koçanları, tarımsal alanlardan toplanır ve temizlenir.
  2. Parçalama ve İşleme: Koçanlar, uygun boyutlarda parçalara ayrılarak işlenir.
  3. Karbonlaştırma: Parçalanmış mısır koçanları, karbon emme kapasitelerini artırmak amacıyla belirli bir ısı ve basınç altında karbonlaştırılır.
  4. Kompozit Malzeme Üretimi: Karbonlaştırılmış koçanlar, diğer bağlayıcı malzemelerle karıştırılarak kompozit yapı malzemesi haline getirilir.
  5. Şekillendirme ve Kaplama: Elde edilen kompozit malzeme, istenilen boyut ve şekillerde duvar kaplamaları olarak şekillendirilir ve son olarak yüzey işlemleri yapılır.

Potansiyel faydaları ve uygulama alanları

Çevresel fayda

Mısır koçanlarından üretilen karbondioksit emen duvar kaplamaları, çevresel faydaları ile öne çıkar. Bu kaplamalar, atmosferdeki karbondioksiti emerek, binaların karbon ayak izini azaltır ve böylece iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir rol oynar. Ayrıca, tarımsal atıkların değerlendirilmesiyle atık yönetimi sorunlarına da çözüm sunar.

Sürdürülebilir malzeme

Mısır koçanları, yenilenebilir bir kaynak olması nedeniyle sürdürülebilir bir yapı malzemesi olarak kabul edilir. Bu malzemelerin kullanımı, inşaat sektöründe sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmada önemli bir adım teşkil eder. Doğal ve yenilenebilir malzemelerin tercih edilmesi, çevre dostu binaların inşasını destekler.

Estetik ve fonksiyonellik

Mısır koçanlarından üretilen duvar kaplamaları, estetik açıdan çekici ve fonksiyonel bir çözüm sunar. Doğal malzemelerin kullanımı, iç mekan tasarımlarında sıcak ve doğal bir atmosfer yaratır. Ayrıca, bu kaplamalar, iç mekan hava kalitesini iyileştirebilir ve enerji verimliliğine katkıda bulunur.

Uygulama alanları

Bu yenilikçi duvar kaplamaları, çeşitli uygulama alanlarına sahiptir:

  • İç Mekan Tasarımı: Estetik ve sürdürülebilir duvar kaplamaları, iç mekan tasarımlarında kullanılabilir.
  • Yeşil Binalar: Karbon ayak izini azaltmak isteyen binalar için ideal bir malzeme olabilir.
  • Ticari ve Konut Projeleri: Hem ticari hem de konut projelerinde, çevre dostu ve estetik çözümler sunar.
  • Kamu Binaları ve Eğitim Kurumları: Sürdürülebilir ve sağlıklı yapı malzemeleri kullanımı, kamu binaları ve eğitim kurumları için önemlidir.

Bu tür projeler, mimarlık ve inşaat sektöründe çevreye duyarlı çözümler geliştirilmesine ve uygulanmasına katkıda bulunarak, daha sürdürülebilir bir gelecek için önemli adımlar atılmasını sağlar. Bu yenilikçi yaklaşım, hem çevresel fayda sağlamakta hem de estetik ve fonksiyonelliği bir araya getirerek, sürdürülebilir mimarlık alanında yeni ufuklar açmaktadır.

Hep birlikte, daha yeşil ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etme yolunda atacağımız bu adımlar, gezegenimizi koruma mücadelemizde büyük bir fark yaratacak!


Bu da ilginizi çekebilir:

Sürdürülebilir mimari tasarımın yeni yıldızı: Ahşaptan ayırt edilemeyen pirinç kabuğu yapı malzemesi https://gaiadergi.com/surdurulebilir-mimari-tasarimin-yeni-yildizi-ahsaptan-ayirt-edilemeyen-pirinc-kabugu-yapi-malzemesi/

Yasayı sokakta biz yazacağız!

Toplumda bir karşılığı olmayan ve fakat iktidar tarafından köpürtülen Güvenli Sokaklar Derneği’nin oluşturduğu fason algı sonucunda, adı hâlâ “hayvanları koruma” olan 5199 numaralı yasadan “koruma” kavramı söküp çıkartıldı. Adı hayvanları korumak olan yasa geçtiğinde ise artık “insan yaşamı” odağa alınarak, çıkarlar çatıştığı anda hayvanların katli ve tecriti yasalarla korunmuş olacak. Yasal her kanunun meşru olmadığını sokakta haykıran milyonların karşısında ise vahşet çığırtkanları var. Yıllardır, özellikle sosyal medya mecralarında başlattıkları dezenformasyon dolu manipülasyon çalışmaları ile sokakta yaşayan köpekleri düşmanlaştıran, iktidarın faşizmi inşasında köpeklere dönük nefreti araçsallaştırmasına olanak tanıyan, sokakları güvenli hale getireceği iddiası ile her köşe başını hayvanların kanı ile sulamaya ant içmiş, mahalle sakinlerimiz olan köpeklere dönük şiddet çağrıları yapan ve bu şiddetin toplumu sürükleyeceği travmalardan bihaber olan Güvenli Sokaklar Derneği var. Bu derneğin kurucusu ise cins köpek üreterek satan bir köle taciri.

Hayvanları korumayı bir türlü başaramayan 5199 sayılı kanun ise 2004 yılında “oy birliğiyle” kabul edilmişti. Bugünün katliam çığırtkanları o günlerde gözleri yaşlı, merhamet timsalleri olarak boy gösteriyorlardı. Partili cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi de bu sürecin en önemli figürü idi. Fakat oybirliği ile kabul edilse de bu yasanın buyurduğu gibi, hayvanların sokaklarda, yaşadıkları mahallelerde yaşam kalitelerini artıracak önlemler hiçbir zaman alınmadı. Bugün hedef haline getirilen 6. maddede ifade edilen Kısırlaştır-Aşılat-Yerinde Yaşat modeli hiç denenmedi. Bugün bu maddenin yerine önerilen Kısırlaştır-Aşılat-Barınaklarda Topla-Sahiplendir modeli ve ötenaziyi örtülü olarak geçirecek yasa tasarısı ise iktidar vekillerinin Tarım Komisyonu’nda sahip oldukları çoğunluk vasıtasıyla mecliste oylanmak üzere geçti ve dün itibarıyla genel kurulda tartışılmaya başlandı. Bu akşam da oylamaya geçilerek, sokakta yaşayan hayvanların idam fermanına son mühür basılmış olacak.

Komisyon süresince başkanın, AKP ve MHP’li üyelerin tarihe geçen utanmazlıklarıyla muhalefetten yükselen her türlü sağduyulu sese kulak tıkadıklarına, tek adamdan gelen emre nasıl koşulsuzca itaat ettiklerine şahit olduk. Muhalefetin toplayamazsın, hapsedemezsin, öldüremezsin derken kullandığı argümanlar bilimsel, hukuki ve etik pek çok açıdan kurulmuş olmasına rağmen iktidarda hiçbir karşılık bulmadı. Hipnotize olmuş gibi, gözlerini kan bürümüş halde köpeklerin türlü işkencelerle toplatılmaları, ölüm kamplarında her türlü istismara açık şekilde hapsedilmeleri, uyutma/ötenazi gibi sözde insani katliam planlarıyla öldürülmeleri geçtiğimiz hafta mecliste AKP ve MHP vekillerinin sırıtışları arasında geçirildi. İlk maddenin okunmasından itibaren bu sırıtışı suratlarına asan bu vekillerin tarih önünde hesap vereceklerine güvenimiz elbette tam. Fakat biz bu sırıtışın nasıl bir örgütlü kötülükten kaynaklandığını, bu özgüvenin nereden geldiğini de anlamalıyız. Yaşamı savunanlar endişeyle, kendi türünden olmayan bir canlının yaşamı için mücadele ederken; sırıtanlar kendi ceplerinin, ekonomik işbirliklerinin derdinde, halkın iradesini de yok sayarak, kendi tabanlarına da meydan okurcasına meclisten sanki ilaç, mama, inşaat şirketleri yönetircesine bu katliam planından nasıl nemalanacaklarını düşünüyorlar elbette! Toplamadan başlayarak öldürmeye kadar yaşanacak her süreç hangi patronlara peşkeş çekilecek, kimler cebini dolduracak…

Genel kurul süreci ise aynı utanmazlık ile devam ediyor. İktidar vekilleri tartışmalar süresince koltuklarında oturmayı bile gereksiz buluyorlar. Muhalefetin rasyonel argümanları meclis kürsülerinden çıkıp bir duvara çarpıp dönüyor sanki. Oluşan yankıya dikkat edilmeli fakat! Vekillerin sesleri mecliste sağır kulaklara, donuk zihinlere ulaşamıyor olsa da sokaklarda, meydanlarda, evlerde, işyerlerinde insanlar kulak kesilmiş bu sesi dinliyorlar. Yaşamın nasıl savunulduğunu, insanın da bir hayvan olarak diğer hayvanlara, canlılara ihtiyacını, birlikte yaşamın olanaklarını kimseyi öldürmeden bulmanın yolunu tartışıyor ve mahallelerindeki köpekleri toplamaya gelenlere karşı nasıl mücadele edeceklerini planlıyorlar. Meclisten kovulan halk, parklarda toplanıp genel kurulu canlı yayından birlikte takip ediyor, kendi kurulunu kendi komisyonunu kurmanın olanaklarını araştırıyor. Mecliste yaşamı savunan vekiller de bu iradeden güç alarak uzun ve yorucu toplantılara rağmen inatla yaşamı savunmaya devam ediyorlar!

Ve yaşamdan yana tüm tarafların ısrarla vurguladıkları bir şey var: Hiçbir zaman denenmeyen Yakala-Kısırlaştır-Yerinde Yaşat modelini deneyelim, kısırlaştırma seferberliği ile birkaç yıl içerisinde popülasyonu kontrol altına alalım! Fakat iktidar gerçekten yaşatmak istiyor mu? Hayvanlar için sokaklara dökülen bir kesimin de sürekli attığı slogandaki gibi “devlet yaşatır, devlet öldürmez” mi?

Hatırlayalım, bu yasa 2004 yılında oy birliğiyle kabul edilmişti. Bu tarihten itibaren yasanın belediyelere yüklediği sorumluluklar birkaç örnek dışında yerine getirilmedi. Peki, yasaya açıkça karşı çıkmayı da göze alarak bu belediyeler görevlerini neden yerine getirmedi? 2004 öncesinde popülasyon kontrol yöntemi olarak uygulanan Yakala-Öldür politikası ve belediye pratiklerine bu davranışın yerleşmesinde aranabilir bunun cevabı. Şu soruyu sormak gerekir: Oy birliğiyle, yaşatmak için bir yasa çıkartılmış olsa da, hayvanların yaşamı gerçek anlamıyla herhangi bir kamu yetkilisinin umurunda mı? 2004 yılında, yıllarca kendilerini öldüren, aç bırakan, dağa taşa atan belediyelerin korumasına verilen sokakta yaşayan köpekler başta olmak üzere pek çok hayvan, gerçek anlamda hiç korunmuş mudur? Bu yasanın açıkça en büyük handikabı, hayvanların cellatlarının korumasına terkedilmesidir. 20 yıl sonra ise gelinen noktada zaten hiçbir zaman korumak istemeyen, yasaları çiğneyen, hayvanlar için ayrılan bütçeyi nereye harcadığı belli olmayan, yasada geçici bakımevi olarak geçen alanları hayvanlar için cinsel ve fiziksel istismarın yaşandığı nihayetinde de deterjanlarla, zehirlerle, küreklerle ya da bakımsızlıktan öldürüldükleri alanlara çeviren belediyeler zaten hiç yaşatmak istemiş miydi? Belediyeleri denetimsiz bırakan devlet kurumları yani devlet yaşatır mı?

Kimden kimi yaşatmasını istiyoruz?

Yasa yokken zaten öldürülen hayvanlar yasanın gölgesinde de farklı biçimlerle öldürülmeye devam etmiştir. Yasal düzlem biçim değiştirse de hayvanlar hep aynı şekilde ölmüştür: Zehirlenerek, dövülerek, tecavüz edilerek, kürekle kafasına vurularak, açlığa susuzluğa terkedilerek… Denetimsizlik, yetkililerin hesap vermeyecek olmalarına duydukları kayıtsız şartsız güven sürdükçe de hayvanlar hiçbir zaman korunamayacaktır. Hayvanlar yasa korumasında olsun ya da olmasın hep aynı kişiler tarafından ve hep aynı şekilde öldürüldü, istismar edildi, tecavüze uğradı.

Şimdi de yasa tekrar biçim değiştiriyor. Hâlâ görüşülüyor olsa hayvan hakları savunucuları olarak farkındayız, istedikleri gibi geçirecekler. Fakat bir farkla! Geçirdikleri yasayı kabul etmeyen kitlelere karşı, yasal ama hukuksuz, adaletsiz bir yasa geçirecekler. Ve günlerdir sokaklarda haykırdığımız gibi bu sefer halk kendi iradesini ortaya koyacak ve ilgili tüm öznelerle yan yana gelip bu yasayı tanımayacağız! Yasayı sokakta biz yazacağız!

25 Mayıs’tan bu yana Ankara, İstanbul, Adana, Antalya, Alanya, İzmir ve Trabzon’da ve pek çok ilçede sokaklarda köpeklerin yaşam hakkını savunan hak savunucuları olarak toplumda yarattığımız farkındalığı çoğaltacak, sokaklarımızı da biz güvenli hale getireceğiz sokaklarımızda yaşayan hayvanlarımızı da biz koruyacağız. Mecliste günlerdir yaşananlar çok açıkça göstermiştir ki bu meclis kendisini ortadan kaldırmıştır. Saray’dan gelen kapalı zarfların onay mercii haline gelmiş bu meclisi tanımıyoruz! Halkı meclisini halktan çalanları da kapı dışarı edeceğiz!

Ankara’da kurduğumuz Kuğulu Komisyon ile yaşam hakkı savunucularıyla, hukukçularla, veteriner hekimlerle, hekimlerle, öğretmenlerle, felsefecilerle, sosyologlarla, psikologlarla ve ilgili tüm öznelerle bu yasayı biz yazacağız! İşgal edilmiş meclisi sokakta biz yeniden kuracağız!

#KatliamaOyumHayır çağrısı için milletvekili listesini içeren bağlantı https://docs.google.com/file/d/1eVTE2PkL3HlYnTsP7bjiwqPwGY4mSpW3/edit?filetype=msword

Yaşam İçin Yasa sosyal medya hesapları:
https://x.com/yasamicinyasa
https://www.facebook.com/yasamicinyasainisiyatifi/
https://www.instagram.com/yasamicinyasainisiyatifi/
https://yasamicinyasa.com

Sokaktayım Yanındayım sosyal medya hesapları:
https://www.instagram.com/sokaktayimyanindayim/
https://x.com/gerceksokakta

Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi sosyal medya hesapları:
https://x.com/hayvan_yasam
www.instagram.com/hayvanyasamozgurluk/
https://www.facebook.com/hayvanyasamozgurluk

Dimitris Sotakis: “Kurgu söylemek istediklerimi söylemek için bir anahtar”

Dimitris Sotakis’ten ilk olarak Büyük Hizmetkar romanını okudum. Yarattığı heyecanla hemen diğer kitaplarına yöneldim. Bu arada arkadaşlarım da kitaplarını okumaya başladı. Yazı dili, anlatımı, romanlarına yerleştirdiği düşünceler, yarattığı duygular, bir süre bunlardan bahsettik. Derken bir söyleşi yapma fikri doğdu. Aşağıda bu söyleşiyi bulacaksınız. Keyifle okumanız dileklerimle.

Merhaba Sevgili Dimitris Sotakis, Sizinle söyleşmek büyük mutluluk. Önce okurlarımıza sizi tanıtmak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Dimitris Sotakis kimdir? 

Kimliğiniz hakkında konuşmak o kadar kolay değil, özellikle de onu kendiniz tanımlamakta zorlanıyorsanız. Ben içinde yaşadığımız dünya hakkında kendi bakış açısını vermeye, insan olarak yaşadıklarımız hakkında kendi gerçeğini anlatmaya çalışan biriyim. Pratik olarak konuşursak, çoğunlukla roman yazıyorum ve çalışmalarımın dünyanın çeşitli yerlerine çevrildiğini görecek kadar şanslıyım, bu şüphesiz harika bir şey.

Bildiğimiz kadarıyla beşi Türkçeye çevrilmiş on bir romanınız ve bir de öykü derlemeniz var. Peki, bu listeye yenileri eklendi mi? 

Son kitabım “Yarım Kalp“, Türkiye’de sadece bu yıl TUDEM yayınları tarafından yayımlandı. Kaçırdığımız hayat ve onu geri kazanmak için gösterdiğimiz çaba hakkında bir kitap.

Kitaplarınızın Fransızca, Türkçe, Sırpça, İtalyanca, Felemenkçe, Çince ve Danca’ya çevrildiğini biliyoruz. Bunların dışında Yeni çeviriler oldu mu? Kimler daha çok sevdi Sotakis’i?

Kitaplarımın bu kadar çok dilde yayınlandığını görmek beni heyecanlandırıyor çünkü bu kadar farklı kültürlere ve yaşam tarzlarına sahip insanlarla iletişim kurmanın en iyi yolu bu, bu gerçekten harika bir duygu. Eminim milliyet sayılmaz, beni ilgilendiren insan unsurudur ama Türkiye’de çalışmalarımı beğenecek bu kadar çok okuyucu olduğu için çok mutluyum.

Yazıda ilhama mı yoksa çalışmaya mı inananlardansınız?

İlhama pek inanmıyorum, bence ilham, “çağırdığınızda“, yaratıcı bir moddayken, gelecektir. Kitaplarım çoğunlukla sembolik, fikirlerimi tanımlamaya, kendimi açıklamaya, kafamı kurcalayan meseleleri, insanlıkla ilgili meseleleri, insanların dünyanın bu çağında nasıl yaşadıklarını ele almaya çalışıyorlar, bu yüzden bu kitapları yazarken kendi sorularımı yapıyorum, en iyi yapabileceğim şey bu.

Romanlarınızda (tabii dilimize çevrilen) toplumsalın yan etkilerini deşifre eder bir haliniz var. Öyle ki bunu bir duygu olarak da okura geçirmeyi başarıyorsunuz. Niyetiniz bu mu oluyor yoksa bu bir sonuç mu?

Muhtemelen hem niyet hem de sonuçtur. İçimde çok sık olan ve kitaplarım için itici bir güç oluşturan bir şey, insanların mutluluğu elde etmek için neleri feda ettikleri, insanların bulundukları zamandan ve yerden zevk almak için yaptıklarıdır. Ama genellikle olan şey, insanların hayatın temel ilkelerini unutmasıdır, çok fazla hata yaparız ve bunu fark ettiğimizde geç olur.

Yine romanlarınızda hep bir delilik hali söz konusu. Sıkıcı gerçekliği esnetmek ve gerçeklikte kurguya yer açmak için olduğunu söylemişsiniz bir söyleşinizde. Bunu biraz açmanız mümkün mü? Ve karakterlerin bu delilik haline geçişlerini güçlü kılan yan, psikolojiye dair duyulan yoğun ilgiden mi besleniyor?

Bir şey yazdığımda amacım gerçeklikten kaçmaktır. Hayatlarımız çoğu zaman çok sıkıcıdır, gerçeklik çok öngörülebilir ve çok vasattır, bu yüzden sanat yeni yollar, üzerinde yürünecek yeni yollar açmanın bir yoludur. Bu yüzden kurgu benim için söylemek istediklerimi söylemek için büyük ve önemli bir anahtar. Bir okuyucu olarak basit bir gerçek hikaye beni cezbedemez, kendi hayatımda bile bir şeye girmek için her zaman rüya gibi bir öğeye ihtiyacım var.

Nasıl gelişiyor bir romanın yazılma süreci içinizde? Nelerden besleniyorsunuz? Nasıl çalışıyorsunuz? Mesela Yarım Kalp’e bakalım. Oradaki gibi hayallerinin peşinden gitmekten vazgeçmek üstüne düşünmek mi sizi bu romanı yazmaya sürükledi?

İnsanların beni tetiklediği izlenimine kapılıyorum. İnsanların ne söylediğini, benim ne gözlemlediğimi, nasıl düşündüklerini, gözlemlemek, dinlemek, en ufak ayrıntılara bile dikkat etmek her zaman çok önemlidir. Asla bir kitap yazmaya başlayamam, eğer kafamın içinde yazmadıysam, kitap önce içimde yazılır. Ama her zaman büyük bir fikir beni yönlendiren fikirdir, hikaye bazen söylemek istediklerim için bir bahanedir, bu yüzden hikayeyi fikirlerimi ifade etmek için kullanırım.

Hezeyanlar, rüyalar ve okuru yüz yüze bıraktığınız gerçeklik eleştirileri; bunları Dimitris Sotakis’in alametifarikaları olarak okuyabilir miyiz? Sizin hayatınızda da rüyalar bu kadar etkili mi?

Kesinlikle, hayatım bir rüya (umarım bir kabus değildir). Rüya, gerçeklikten sapma, benim güvenli zeminim, benim olarak tanıdığım yer. Bir rüya her zaman bir umudu gizler, hayatımızın sadece göründüğü gibi olmadığına dair bir umut, bu son değil, bekleyecek daha çok şey var. Bu yüzden hayallerim olmadan kaybolurdum.

Yapay zeka günümüzün en popüler konularından biri sizce edebiyata etkileri nasıl olacak?

Bence etkilemeyecek. Ya da sadece bir oyun olarak etkileyecektir, çünkü her şeyi ciddi şekilde etkilemez. İnsan doğası her zaman bir adım öndedir, hayatta kalmak ister, bu yüzden yapay zekanın bir düşman veya tehlike olmadığını düşünüyorum.

Bugünlerde üstünde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? 

Yarım Kalp sonuncusuydu ama eminim yakın gelecekte daha fazlası gelecek!

Son olarak Türkiye’deki yayınevinizin sonbaharda sizi Türkiye’ye davet etmek istediği yönünde duyumlar aldık. Doğru mudur? Okurlarınızla buluşmak için Türkiye’ye gelecek misiniz?

Bu doğru ve bu konuda çok hevesliyim! Türkiye’yi seviyorum ve oradayken her zaman harika zaman geçiriyorum! Yayınevim gerçekten harika ve kitaplarımla harika bir iş çıkarıyor ve bunu gerçekten takdir ediyorum. Türk okuyucularımdan çok sevgi görüyorum ve bunun için teşekkür ederim!

Okurlarımıza son olarak ne söylemek istersiniz?

Hepinizi çok yakında görmeyi umuyorum, bağlılığınız ve sahip olduğumuz iletişim için minnettarım.

Teşekkürler.

Dimitris  SOTAKİS, 1973’te Atina’da doğdu. İlk romanı Ev 1997’de yayımlandı. On bir romanı ve bir de öykü kitabı var. Kitaplarından, Soluğun Mucizesi (Türkçesi, Yılmaz OKYAY), Bir Süpermarketin Hikayesi (Türkçesi, Yılmaz OKYAY, İbrahim ARIK), Romanyalıyı Yiyen Yamyam (Türkçesi, Yılmaz OKYAY, İbrahim ARIK), Büyük Hizmetkar (Türkçesi: Fulya AKTÜRE), Yarım Kalp (Türkçesi: Fulya AKTÜRE)- TUDEM Deli Dolu Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. 

Shakespeare, Kafka, Orwell, Dostoyevski ve günümüz

Neden bütün okurlar Kafka’yı sever? Neden 1984 okuduktan sonra içimizde bir şeylerin değiştiğini hissederiz? Neden Shakespeare üstüne çok yazılır? Neden tüm bunlardan bahsetmek bize keyif verir? Neden meraklı bir canlıdır insan?

İnsanı yemek ve içmek dışında ne besler? Eli kalem tutan hemen herkesin yazdığı bu coğrafyada, memleketimizden insan manzaralarına baktığımızda okumak da abur cuburu artırmak gibi bir şey bazen aslında.

Hiç kuşkusuz hâlâ yazmayan kaldıysa da aramızda, yazmak kolay.

Okumaksa…

Dikkat, ilgi ve odağın sürekliliği, soyut düşünceye alıştırmak beyni ve bunu sürdürebilmek; oldukça da geliştirici bir beceriye sahip olmak demek aslında. Zihni eğitmek ve ilkel benliğinden uzaklaştırmak meselesi. Doğal olarak da elli saniyelik Instagram videolarından, kelime sayısı kısıtlı tweetleri okumaktan oldukça da farklı, tadına varıldığında vazgeçilmez bir lezzet. 

Oysa kimileri okuyamamaktan muzdarip, herkes telefona bağımlı. Bu bağımlılığın sadece miktarı farklı. Kimi ayrı kalamıyor, kimi bakmadan duramıyor, kiminin de aklı her an cebinde. Bu nedenle belki de kitaplar raflarda beklemekte. 

Kitaplar da tür tür, her birinin okuru ayrı. Shakespeare, Kafka, Orwell, Huxley, Dostoyevski, bir elin parmakları gibi ayrılamıyorlar birbirlerinden. Shakespeare’e, başparmak diyebiliriz. O, oyun yazıyor. Diğerleri, romancı.

Edebiyattan alınan haz da türlere göre farklılaşıyor.

Romana gelince

Her kurgu eser, yeni bir düşünce açar zihinlerde. Daha önce hiç böylesi yazılmamıştır. Farklı bir kapı, farklı bir düşünce evreni bu. İnsanı diğer türlerden ayıran, simgeleri (yani burada yazı denilen harf birimleri birbirine bağlayabilme becerimizi) birleştirerek ayrı bir dünyaya açılan bu kapıdan geçebilmesi, ufkunu genişletmesi için belki de roman yazılıyor. 

Şiire gelince

Türler demişken, John Berger’di galiba, “şiir açık yaraya konuşur.” diyen. Benden duymuş olun ama bu aralar, okunmayan türlerden biri de şiir. Ne olduysa oldu şairler dışında herkes bıraktı şiir okumayı. Bir şairler, bir de gizli şairler kaldı. Gizli şairler de aşık olduklarında, şiir olduklarını sandı. Oysa eskiden bereketli bir damardı bu topraklarda şiir. Demek ki bugünlerde herkes yaralarına, “acımadı ki, acımadı ki!” diye yaklaşmakta! 

Kitaplarsa…

Kimisi bilimsel, kimisi tipografik, kimisi de bir şeyler öğretir bu hayatta. 

Romana dönersek, romansın genişletilmiş ve daha gerçekçi bir benzeridir, diyebiliriz. Shakespeare’nin oyunlarındaki gibi sahne vardır romanda. Oyuncular ve roller de. Ve her ortalama okurun yolu bir gün mutlaka bu saydığım beş yazardan geçmektedir günü gelince. Orwell okuyanın elbet bir gün Huxley de okuyacağından olur bu.

(Yani buraya bir parantez açıp sevgili okuyucu, henüz bu yazarları okumadıysan sana şimdiden iyi yolculuklar diyebilirim.)

Roman, şiir gibi açık yaraya konuşmaz. Peki, ne yapar? 

İnsan ne bulur satırlar arasında? Görüp görebileceği sadece kendisi ise. Hadi bunu bir kenara bırakalım.

Hadi insana, insanı anlatma çabası da bir kenarda dursun.

Denmiş de denmiş, her şey koca bir ekolaliye dönmüş günümüzde.

Bazısı anlamsız, bazısı sıkıcı, bazısı saçma.

Okur da okur ama ne bulur bunlarda anlamak mümkün değil.

Hani bir fıkra var

Zamanını iz sürmeye adamış bir avcı, bütün işlerini gören kişiye, yine bir akşam, her akşam olduğu gibi bir akşam, “Haydi domuz pirzolasını kızart. Yanına da şarabımı koy, getir.” demiş. “Sonra da fasulyeni yersin.” Yardımcının o yorgunluğu üstüne bir de yine aynı yemeği yiyecek olması canını sıkmış. Gece, avcı uyuduğunda, kendine büyük bir külah yapmış. Külahın bir ucunu kendi mahremine, diğer ucunu da avcının burnuna dayamış. Fıkra biraz daha uzatılacaksa, avcının ertesi gece, yardımcısının kafasına çok affedersiniz zıçtığı, yardımcının da sabah uyanınca, insan domuz pirzolasını yedikten sonra burnundan zıçıyormuş diye hayıflandığı, eklenir. Sonra yardımcı ne yapsa beğenirsiniz? 

Bu böyle devam eder. Kabaca tez, antitez, sentez… Romanın da yazılma nedeni olur. 

Bazısı bunu şöyle açıklar: Yazarın bir iddiası vardır. Bunun için kahramanlar ve karşı kahramanlar yaratır. Onların yaşadıkları bize sentezi sunar. Her roman, bize bir şey söyler denmesinin nedeni olur.

Okur

Okur… Nereden geldi şimdi bu aklıma? Sahi sanat, edebiyat, felsefe neyimize bizim bu hayatta? Neyimize müzik, neyimize resim, neyimize roman bizim? 

Ve sonra yazayım bari diyor insan, galiba, nasıl olsa kimse okumuyor.

E kim, kime, neyi ve niye yazıyor? 

Ah, bir de okudum yalanı var ki, nette kitap özetleri dolanıyor.

Yaz be okur. Sen de yaz. Yazmak lüks değil sonuçta bir ihtiyaç. Birisi okur diye değil. Kendine kendini yaz. Bak bakalım sevecek misin? Kendini, yaşadığın şeyleri? 

Ama romansa yazdığın bir düşün be arkadaş, sen şimdi bize ne diyeceksin? 

Labirentimiz afilidir, şiiri de cabası. Duvarları kitaplar, sanırsın ışıklı kuleli plazalar parlar. Kaç ömür yetmez, yazılanları okumaya, çalınanları dinlemeye, çizilenlere bakmaya. Boş verip bunları sadece bakacak değiliz ya. Ekranlara ve çevremizde olanlara ya da belki de sözü yine yorumculara bırakmalıyız. Topa kim, kaç numara ayakkabıyla vurmuş? Bu maçta atılan gol sayısı kaçı bulmuş?

Kim, kime, nerede, ne yapmış diye anlatsınlar durmadan.

Ekranlar, ekranlar ya da ekrana bakar gibi hayata bakan insanlar…

Kısaca;

Memleket ortalaması hamiş ve hanimiş insan manzarası.

Neredeyse okunan kitaptan fazla yazılan kitap sayısı.

Buradan bakınca böyle Memleketimden İnsan Manzaraları

O zaman Nazım Hikmet’in bir şiirine benzeterek bağlayayım sözlerimi:

Onlar ki hiç kitap okumasalar da onlara kıymayın efendiler. Bırakın insan olmaktan gelen en güzel özelliklerinden birine yani edebiyattan keyif alma sularına rahat rahat dalabilsinler.

Your Stage + Art: Müziğin evrenselliğini kutlayan bir sahne

Bugün paylaşımcılığın ve özgürleşmenin buluştuğu ortak noktadan, müzikten konuşacağız. Your Stage + Art, müziğin insanları bir araya getirme gücüne inanan, müzisyenlere eşit ve özgür şartlar altında müzikseverlerle buluşma imkânı sunmaya çalışan bir oluşum. Sanatla ilgilenen herkesin yeteneklerini ve yaratıcılıklarını sergileyebilecekleri dinamik bir platform sağlama konusunda kendilerini “tutkulu” olarak tanımlıyorlar. Sanatıyla özgürleşmek isteyen ve müziğin birleştirici gücüne inanan herkese kapıları açık. Detayları sizin için oluşumun kurucusu Aslı İpek Çağan’a sorduk, öğrendik:

Yeni etkinlik 31 Mayıs’ta!

Her şeyden önce sormak isterim, şu anda başvuruya açık yaklaşan etkinliğiniz var mı?

Merhaba. Evet, ufukta sabırsızlıkla beklediğimiz ve azimle çalıştığımız dördüncü etkinliğimiz, Your Stage Art Vol 4, var. 31 Mayıs’ta Cloud Pub’da gerçekleştireceğiz. Sahne almak ve işbirliği için başvurular sürekli açık; başvuru formunu doldurarak, bize mail atarak veya web sitemizdeki diğer iletişim kanalları aracılığıyla her zaman başvurabilirsiniz. Başvuru havuzundan sırayla ve uygunluk durumuna göre etkinlik öncesinde sanatçılarımızı belirliyoruz.

Birbirimizi tanıdığımız için değil müzik yapmak istediğimiz için bir aradayız

31 Mayıs’ı heyecanla bekliyoruz! Your Stage + Art’ın hikâyesine dönelim. Nasıl bir ihtiyaçtan yola çıktınız? Nasıl başladınız?

Üyesi olduğum müzik grubumuz olan Agapi ile geçen yaz bazı sağlık sorunları nedeniyle müzik yapamadık. Bu süreçte müzik yapamamak beni üzdü. Bu durumun üzerine açık sahne mantığında çalışan birkaç yapıya sahne almak için başvurdum. Doğru dürüst ilgi alaka ve samimiyet bulamadım. Sahnelerine önce davet edeceklerini sonra davet edemeyeceklerini söyleyen bir yapı da oldu içlerinde. “Bu kadar müzisyen varken, neden birlikte çalacak insanları bulamıyorum?” diye düşündüm. Birçok projeden ret almamın ardından, kendi platformumu kendi ilkelerimle kurmaya karar verdim. İnsanların birbirini tanıdığı değil, müzik yapmak istediği için bir araya geldiği, fırsat eşitliği sağlayan ve amatör ruhu destekleyen bir alan yaratmak istedim. Müzisyenler olarak bir araya gelip müzik yapmak, eğitim almak ve birbirimize destek olmak için bir yer olmalıydı. Şu anda, tam da hayal ettiğimiz gibi ilerliyoruz, her şey çok güzel ilerliyor. Sahneye çıkan amatör arkadaşlarımızın heyecanını ve performanslarını gördükçe sevinçten mutluluktan gözlerimiz doluyor.

Temel misyonumuz fırsat eşitliği ve işbirliği üzerine kurulu

Amatör ve profesyonel müzisyenlere eşit fırsatlar sunmayı, müzisyenlerle müzikseverleri bir araya getirmeyi amaçlayarak yola çıktınız. Bu misyonunuzu biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Bizim temel misyonumuz, müzik dünyasında yer almak isteyen herkes için eşit fırsatlar yaratmak ve müzikseverleri, amatörleri, profesyonelleri bir araya getirerek bir topluluk oluşturmak.

Amacımız, müzik yapma tutkusuna sahip herkesin kendi potansiyelini keşfetmesine ve geliştirmesine olanak tanıyan bir ortam oluşturmak.

Amatör müzisyenlere kendi yeteneklerini sergileyebilecekleri ve deneyim kazanabilecekleri bir platform sağlamak istiyoruz. Aynı zamanda, profesyonel müzisyenlere kendilerini daha da geliştirebilecekleri ve yeni işbirlikleri kurabilecekleri bir alan sunmak istiyoruz. Her seviyeden müzisyenin birbirinden öğrenebileceği ve birlikte büyüyebileceği bir ekosistem oluşturmayı hedefliyoruz. Müzikseverleri ise çeşitli yetenekleri keşfetmeleri ve yeni sanatçılarla bağlantı kurmaları için teşvik ediyoruz.

Herkesin müziği yaşaması, deneyimlemesi ve paylaşması için bir ortam oluşturarak, müziği sadece bir dinleyici değil, aynı zamanda yaratıcı olarak da deneyimlemelerini sağlamak istiyoruz.

Ekip işi!

Bir ekip olduğunuzdan söz ediyorsunuz. Ekiptekileri bize tanıtabilir misiniz?

Ekip arkadaşlarımız hakkında daha fazla bilgi vermek beni heyecanlandırıyor.

Projemizin temel taşlarından biri olan Yasin Yılmaz’ın reklamcılık alanındaki 30 yıllık deneyimi, işimize büyük bir değer katıyor. Ajans Sadece‘nin sahibi olması ve geniş bir tecrübeye sahip olması, projemizin kurumsal kimlik tasarımını tamamlamamızda büyük rol oynadı.

Ayrıca, prodüksiyonda Talha Çakan ve Sıfır İllegal ekibiyle ortak çalışıyoruz. Videolarımız onlara emanet.

Mehmet Jabi‘nin etkinlik organizasyonu ve sahne tasarımı konusundaki uzmanlığı da ekibimize büyük katkı sağlıyor. Magic of the Chaos etkinliğinin kurucusu olması, etkinliklerimize daha önceki deneyimlerinden gelen bir birikimi beraberinde getiriyor.

Kayıtsız ekibinden Hakan Tokur da artık aramızda muhabir ve içerik üreticisi olarak bulunuyor.

Ekibimiz sürekli gelişiyor, proje bazlı çalıştığımız insanlar da oluyor tabii. Bunun dışında etkinliklerde gönüllülerimiz de oluyor.

Ekibimiz hâlâ büyümeye açık; bu yolda bizimle çalışmak isteyen herkesi bekliyoruz. Projemizi daha da geliştirerek yaygınlaştırmak için sabırsızlanıyoruz. Bu konuda ilgi gösteren herkesi bize ulaşmaya davet ediyoruz.

Değer veren bir platform olmak. Geçmiş deneyimler bize bunun önemini öğretti

Kurumsal kimliğinizi inceledim. Sektördeki uzun yıllara dayanan deneyiminizle, sanatçıları desteklemeye ve canlı bir topluluk oluşturmaya kendinizi adadığınızı belirtiyorsunuz. Bu uzun yıllara dayanan deneyim platforma nasıl bir değer katıyor biraz açıklayabilir misiniz?

Uzun yıllar boyunca etkinlik ve eğlence sektöründe çalıştım. Festival ekiplerinde, büyük konserlerin kulislerinde ve fikir ekiplerinde yer aldım. Ayrıca, kendi ufak etkinliklerimi düzenledim ve son iki senedir sahnede yer alıyorum. Bu süreçler, sektörü derinlemesine anlamamı sağladı ve sanatçı ile dinleyicinin isteklerini ilk elden görebilme fırsatı verdi.

Ekibimdeki arkadaşlarım Yasin ve Jabi de deneyimleriyle bana çok destek oluyorlar ve fikirsel süreçlerimizi çok yaratıcı bir şekilde sürdürebiliyoruz.

İçinde bulunduğum çoğu işte, “Ben kendi işimi böyle yapmayacağım” diye içimden geçirirdim. Şimdi ise bu deneyimleri göz önünde bulundurarak Your Stage + Art’ın temellerini atmaya çalışıyorum.

Müzisyenlere değer veren bir platform olarak bilinmek ve bütün müzisyenlerin gelmek isteyeceği bir alan yaratmak istiyoruz. Bu bağlamda, onların ihtiyaçlarına veya yapabiliyorsak kalplerine dokunmak bizim için çok önemli.

Etkinlikler ve stantlar hakkında…

Müzikseverlerin ve müzisyenlerin bir araya geldiği etkinliklerde neler oluyor? Etkinliklerle ve stantlarla ilgili bize bilgi verebilir misiniz? 

Etkinlik öncesi gelip kamera düzenimizi kuruyoruz ve soundcheck süreçleriyle birlikte bu teknik kısımları hallediyoruz. Müzisyen arkadaşlarımız gelmeye başlıyorlar. Onları sahne öncesi kulise alıyoruz. Orada, Hakan bir kamera yardımıyla ekiplerimizle hem bağlantı kurmak hem de içeriklerimizi zenginleştirmek adına röportaj içerikleri çekiyor. Ekipler, kendileri için hazırlanmış setuplarla birlikte sahneye çıkıyorlar. Her gruba en fazla 45 dakikalık bir set süresi veriyoruz ve bu süreçte onları kaydediyor, dinleyicilerle birlikte bizler de dinliyoruz. Bu şekilde sırayla her gruba yer veriyoruz.

Stantlar, ilk iki etkinlikte çok fazla şekilde yer aldı. Genellikle el sanatları üzerine ve kendi ürünlerini üreten arkadaşlarımıza küçük işletmelerini tanıtmak için bu stantları açmıştık. Ayrıca, dinleyicilerin gün içinde sıkılmasını önlemek ve yeni şeyler deneyimlemelerini sağlamak amacıyla bu stantları kurduk. Ancak, stantların ağırlığını daha çok müzik deneyimi sunmak için evirmeye karar verdik. Müzik eğitmenleri, kurslar, müzik marketler gibi kendi işimizle alakalı olan stantlara daha çok ağırlık vermeyi, bunun yanında da dinleyicilere ve müzisyenlere unutulmaz anlar yaşatmayı hedefliyoruz.

Kapımız tüm sanatçılara ve sanatseverlere açık

Stantları daha çok müzik deneyimi sunmak üzere evirme kararınıza rağmen Your Stage + Art’ın kapıları sadece müzik ile ilgilenenlere değil, tüm sanatçılara ve sanatseverlere açık diyebilir miyiz?

Evet, eğer öğretebileceğinizi düşünen bir sanatçıysanız, kapımız sonuna kadar açık! Sanat bir etkileşim işidir ve biz, Your Stage + Art olarak bu etkileşimi gerçekleştirmeyi ve ilhamlarla dolu bir ortam oluşturmayı hedefliyoruz. Sanatınızı anlatmak, insanlara deneyim sunmak ve işletmelerinizi tanıtmak isterseniz bize ulaşabilirsiniz.

İlk etkinliğin öğrettikleri…

Bugüne kadar üç başarılı etkinliği geride bıraktınız. Peki ilk etkinliğiniz nasıl bir başlangıç oldu? Bu etkinlikte elde ettiğiniz deneyimler sizi nasıl etkiledi?

İlk etkinliğimiz tamamen ücretsiz gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikti ve bu yüzden çoğu sorumluluğu kendimiz üstlendik. Öz sermayemizden harcayarak ve videocu arkadaşlarımızın gönüllü çalışmalarıyla ilk etkinliğimizi gerçekleştirdik. Bazı teknik aksaklıklar yaşasak da ilk gün kendi sahnemizi tamamladıktan sonra içimdeki huzuru ve “Bu iş benim hayalimdeki iş!” dediğimi hatırlıyorum.

İlk etkinliğimizde daha oturmayan bir sistemimiz olduğundan müzisyenlerle ilişkilerimizi tam anlamıyla oturtamamıştık. Ancak, geri dönüşleri aldıktan sonra bu konuda çalışmalar yapmaya başladık. Artık kulis ve müzisyenlerle ilgilenen en az iki arkadaşımız etkinliklerimizde bulunuyor. Kollektif bir ruhu yansıttıkça, ekibimiz ve bizimle olmak isteyen insanlar artıyor. Bu durumdan çok memnunuz ve bundan hoşlanıyoruz.

Kendi kendine yetebilen bir platform olmayı hedefliyoruz

Oluşum, kâr amacı güdüyor mu? Sanatçılarla ve sanatseverlerle olan maddi ilişki nasıl ilerliyor?

Kâr amacı gütmüyoruz, ancak organizasyonu tamamlamak için birçok harcama yapmamız gerekiyor. Kendi kendine yetebilen bir platform olmayı hedefliyoruz, bu yüzden bazı finansal planlarımız var ve bunları daha da geliştirmeliyiz.

Şu anda sanatçılara bir gelirimiz olmadığı için ücret ödemiyoruz. Bizim verdiğimiz medya hizmetleriyle karşılıklı onaylayarak sürecimizi ilerletiyoruz. Ancak ileride düşündüğümüz finansal yöntemleri geliştirebilirsek, müzisyenlerimizle birlikte paylaşmayı istiyoruz.

Müzikseverler şu anda sadece bilet alarak destek olabiliyorlar, ancak ileride bazı bağış yöntemleri veya farklı projelerle bize destek olmalarını sağlamaya çalışacağız.

Müziğin evrenselliğini savunuyor ve deneyimliyoruz

Platformunuzun çeşitli hedefleri var. Biraz da onlardan konuşalım. Müziğin evrenselliğini vurgulayarak, farklı kültürleri ve çeşitli müzik tarzlarını bir araya getirmeyi hedefliyorsunuz. Bu konudaki yaklaşımınızı biraz detaylandırabilir misiniz?

Bireysel olarak konuşursam, ben etnik müzik sanatçısıyım ve müziğin bu denli çeşitliliği beni her zaman aşık etmiştir. Ancak aynı zamanda bir elektronik müzik dinleyicisiyim. Rap, rock veya jazz fark etmez, müzik sentez işidir ve o sentezi güzel yapabilirsek gerçekten yüreklere dokunabiliriz. Ben bunu iyi bir dinleyici olarak söylüyorum. Bir jazz müzisyeni ile klasik Türk müziği icracısını bir araya getirmek, bir rapper ile elektronik müzik prodüktörünü bir araya getirmek ve buradaki anlık yaratımdan çıkacak yeni sesler beni çok heyecanlandırıyor.

En son yaptığımız etkinlikte, bir grup çok popüler bir şarkı çalarken diğer gruplardan birindeki trampetçi gelip onlara eşlik etmeye başladı. Herkesin heyecanını gözlerinde gördüm. Ben de Ermenice bir şarkıyı elektronik davul eşliğinde söyledim. Meraklı gözler ve sorularla karşılaştım. Bu sayede etkili bir dinleyiciyi kendi ellerimizle yaratıyor ve aklımızdaki bir projenin başlangıcını Your Stage + Art sayesinde atmış oluyoruz.

Dijital medya stratejimizi daha istikrarlı hale getirme sürecindeyiz

Dijital medyanın gücünü kullanarak müziği daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedefliyorsunuz. Bu konuda neler yapıyorsunuz ve gelecekteki dijital stratejiniz nedir?

Müzisyenlerimize çektiğimiz klipleri YouTube’da yayınlayarak bağımsız bir medya kuruluşu olarak ilerlemeyi hedefliyoruz. Farklı mekânlarda farklı müzisyenlerle hem onları hem de kendimizi tanıtacak şekilde videolar kaydetmeyi ve geniş bir kitle olan YouTube izleyicisini çekmeyi amaçlıyoruz.

Bunun dışında, dijital üzerinden gerçekleşen eğitimlerle de ilgili bir kitleyi kendimize çekiyoruz.

Ayrıca, kuliste gerçekleştirdiğimiz bazı konuşmaları içeren bir içerik serisine de başladık.

Dijital dünya her gün gelişiyor ve değişiyor. Bu yüzden ona uyum sağlamak için trendleri takibe devam etmeyi ve daha istikrarlı bir dijital strateji izlemeyi hedefliyoruz.

Sürdürülebilir işbirlikleri en büyük hedeflerimizden biri

Sürdürülebilir işbirlikleri hedefiniz doğrultusunda müzik marketleriyle, okullarla, müzik dernekleriyle ve diğer kurumlarla nasıl ilişkiler kurmayı planlıyorsunuz? Bu konudaki hedeflerinizi biraz somutlaştırabilir misiniz?

Yaptığımız şeyin aslında ileriye taşınabilmesi tabii ki de en büyük hedeflerimizden birisi. Bu hedefe ulaşmada işbirlikleri ve dayanışmanın önemli bir rol oynayacağına inanıyoruz. Her bir benzersiz ruhun, bu işe çok şey katacağını düşünüyoruz.

Müzik marketleriyle iletişimlerimizde, onların ürünlerini doğrudan ilgili kitleye ulaştırmayı hedefliyoruz. Aynı şekilde, müzik dernekleri ve eğitim kurumlarıyla işbirliği yaparak kültürel ve bilgisel aktarımlar gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Bu sayede hem oluşum olarak gelişmeyi hem de bireysel gelişimi desteklemeyi hedefliyoruz. Düzenlediğimiz eğitimlerde ve workshoplarda bilgi alışverişi yapabileceğimiz ilişkiler kuruyoruz.

Aynı zamanda eğitim platformu olmayı arzuluyoruz

Your Stage + Art aynı zamanda bir eğitim platformu diyebilir miyiz? 

Öyle olmayı arzulayan bir platform diyebiliriz.

Etkinlik içerisinde bazı deneyimleme alanları sunmuştuk. Bir keresinde online olarak “müzisyenler için sosyal medya kullanımı” eğitimi verdim. Ancak ilerleyen planlarımızda bu konunun üzerine daha fazla odaklanmayı planlıyoruz.

Müzik üzerine konuşulabilecek birçok alt dal var; müzik felsefesi, müziğin fiziği, müzik terapisi, teorisi ve uygulaması gibi birçok konu… Bu konularda eğitimler ve oturumlar düzenleyerek ilerideki hedeflerimize ulaşmayı planlıyoruz.

Uluslararası alanda yer almak için çalışıyoruz

Türkiye genelinde ve uluslararası düzeyde bir müzik platformu haline gelme vizyonunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu hedefe ulaşmak için gelecekte gerçekleştirmeyi planladığınız projeler var mı?

Müziğin evrenselliğiyle ilgilenen bir ekip olarak, kültürler arası bağlantılar kurmayı çok önemsiyoruz. Bu çerçevede, Avrupa Birliği projeleri veya kültürel festivallerin parçası olmak ya da onlardan biri olmak için bağlantılarımızı sürdürüyoruz.

Gezici bir platform olmayı hedefliyoruz

Son bir soru… Your Stage + Art’ı mekan olarak The Cloud Pub ile özdeşleştirmeli miyiz?

Evet, ana sahnemiz The Cloud Pub.

Cloud Pub, Your Stage + Art’ın doğum yeridir, ilk adımlarını atmasını sağlayan, bizim için çok değerli bir yerdir. İşletmecisi yakın arkadaşımız aynı anda projemizin yaratıcı yönetmenidir.

Fakat gezici olmayı hedefleyen bir platformuz; bu etkinliği sadece Ankara’da değil, birçok şehirde birçok noktada gerçekleştirmek istiyoruz.

Herkes Your Stage + Art’da sahne alabilir!

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bize yer ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bağımsız müzisyenleri desteklediğimiz bir topluluk, bir platform Your Stage + Art ve herkese kapısı açık. Bu röportajı okuyan ve kendini burada bir şekilde gören herkesin mailini bekliyoruz. İletişime geçelim. Kolektif bir bilinçle müzik yapmanın ruhunu bilenler ya da bunu tatmak isteyenler, sahneniz hazır!

Your Stage + Art’ın 31 Mayıs’ta gerçekleşecek olan dördüncü etkinliği hakkında ayrıntılı bilgi için internet sitesini ziyaret etmeyi ve sosyal medya hesaplarını takip etmeyi unutmayın!

Edebiyat tekeli ve kırık kalemler

Ülkemizde okuma alışkanlığının çok fazla olmadığını biliyoruz. Bunun için çevremize bakmamız bile yeterli ama gelin sayılara da bir göz atalım.

  • TÜİK’in 2023 yılında yaptığı araştırmaya göre son bir yıl içerisinde 15 yaş ve üzeri fertlerin yüzde 69’u hiç kitap okumadı, yüzde 31’i en az bir kitap okudu. Bunun en büyük nedeni ise gelir durumundan bağımsız ‘ilginin olmaması” idi.
  • Ülkemizde, günde sadece bir dakika kitap okumaya zaman ayrılıyor. Günlük televizyon izleme süremiz ise 4 saat 33 dakika. Türkiye, bu televizyon izleme süresi ile dünyada en çok televizyon seyreden ülkeler arasında.
  • Kitap satın almak, ülkemizde tüm ihtiyaçlar içerisinde 235. sırada.
  • Türkiye, kitap okuma oranı açısından 180 ülke içerisinde 140. sırada.
  • 2022’de önceki yıla oranla bandrol verilen kitap sayısı yüzde 14 oranında düştü.

Türkiye’de okumaya olan ilgisizliğin bir sonucu olarak kitap yayınlatmak da artık neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Yayınevleri çoğu zaman kitabın satmayacağı ve kâğıt-baskı masraflarının çok artmasından ötürü zarar edeceği kaygısıyla kitap basma konusunda pek iştahlı değil. O yüzden de riski en az, yani zarar ettirmeyecek kitapları yayınlamayı tercih etme noktasındalar.

Kitap okuyan sayısının bu kadar az olması ve kitap yayınlamanın çok maliyetli olması gibi birçok soruna rağmen son yıllarda parayla kitap basan yayınevlerinin sayısının inanılmaz sayıda artması ise ilginç bir çelişki. Kitap okumayan bir toplumda kitap yazanların bu kadar çok sayıda olması da açıkçası biraz ironik.

Sonuç olarak para ile kitap basılması, potansiyeli yüksek kitapların da artık parasız basılamaz hale gelmesini sağladı. Yayınevlerinin tüm yükü ve riski yazarın üzerine yıkmaya başlaması yayınevlerinin çoğunu sadece matbaacı konumuna getirdi. Belli başlı büyük yayınevleri dışındaki çoğu yayınevi artık sadece parayla kitap basar hale geldi. Kimisi bunu açık açık söyleyerek müşteri toplamanın derdine düşmüş durumda. Evet, yazar değil; müşteri! Bir de parayla kitap bastığını ilk aşamada gizleme çabası içerisinde olan yayınevleri var ki bu en kötüsü. Kitabınızı göndermenizi istiyorlar ve daha 24 saat geçmeden yani kitabınızı bile okumadan sadece sayfa sayısını hesaplayıp size tutarı iletiyorlar. Birçok insan da bu tuzağa düşüyor.

Yayıncılık bu değil elbette. Fakat piyasa maalesef potansiyeli yüksek ve yetenekli yazarları da zorunlu olarak bu yola itmeye başladı. Sonuç ise okumayan bir toplumda oluşan edebiyat tekeli.

Bu kadar çok sayıda kitap varsa edebiyat tekeli nasıl olabilir diye düşünebilirsiniz. Bu noktada ise şu soruları sormamız gerekiyor: O kadar kitabın içinden kaçı ikinci veya üçüncü baskıyı görüyor? Bu kitapların yazarları en fazla bir iki kitap daha yayınlatıp bu zorlu mücadeleden vazgeçiyor mu? Sonra aynı süreci yaşayan yeni yazarların birkaç denemesinden sonra aynı şey devam mı ediyor? Kaç yazar, sadece yazarak hayatını idame ettirebiliyor? Kaç yazar kitaplarından telif alabiliyor?

Siz yıllarca edebiyat diye yanıp tutuşurken, çok küçük yaşlardan beri elinizden kâğıt ve kalemi düşürmeden belki de milyonlarca kelime yazıp kitabınızı yayımlatmak için kapı kapı dolaşırken, hayatında tek bir öykü bile yazmamış birinin kitabı biraz editör desteği ile hızlıca basılabiliyor. Çünkü o kitabın satma olasılığı yüksek, yazarının tanınmış biri olması yeterli. Kitabın kötü veya iyi olması da pek o kadar önemli değil. Editörler kitabı ona göre ele alıp düzenliyor. Hem zaten kime göre iyi? Kime göre kötü?

Halihazırda ünlü olanların (yazar olması hiç de gerekli değil) kitapları ile yazar olarak tanınmış yazarların kitapları ikinci, üçüncü ve belki de onuncu baskıyı görebiliyor. Bir kurum, akademi, camia, dernek vb. oluşumların desteği ile güçlü bir PR ve WOM yaratabilen bazı yazarların kitap yayınlatması sürdürülebilir bir hal alıyor.

Çok satan bir yazarın mesela altıncı veya yedinci kitabı çok iyi olmasa da artık bu pek fazla sorun teşkil etmiyor. Sadece o yazarı takip edenlerin kitabı satın alacak olması bile yayınevine yetiyor. Siz de yazarın edebiyat yorgunluğunun kurbanı oluyorsunuz. Fakat bu da artık çok önemli değil.

Parayla basılan kitaplar ise eğer ciddi bir PR bütçesi ayrılmadıysa sadece basılıyor ve internette birkaç yerde satışa çıkabiliyor. Belki yüz, belki en fazla beş yüz adet satılıyor. Geriye kalan kitaplar ya yayınevlerin deposunda çürüyor ya da yayınevi beş-on lira gibi sembolik ücretlerle sırf deposu boşalsın diye kitapları satmaya başlıyor. Edebiyat çöplüğü, ciddi okurları da bu şekilde edebiyat tekeline mecbur kılıyor.

Nedir bu edebiyat tekeli derseniz?

Edebiyat tekeli; tanınmış, bilinen yazarlar ile PR desteği veya başka desteklerle iletişim-pazarlama gücü sayesinde çok satanlar listesine girebilmiş yazarların kitaplarından örülü bir dünyaya okurları hapseden bir piyasa gerçeğidir. Buna ek olarak, kitap dağıtım kanallarını elinde tutan birkaç firma olmasından ötürü maliyetler, ödeme, vadeler konusunda yayınevlerinin ayakta durabilmesini iyice güçleştiren böyle bir sistemde var olma çabasıdır.

Piyasadaki kitaplar veya yazarlar başarısız mıdır? Kesinlikle hayır. Azımsanacak bir sayıdan mı bahsediyoruz? Kesinlikle hayır. Sırf bunları bile okusa bir insan ömrünü mutlu mesut tamamlar. Mevzu kitap kurtları diye adlandırdığımız okuyucu kitlesinin sıkışmış bir ağın içerisinde dönüp durmasından ziyade, yetenek parıltıları gösteren, ileride belki de edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdırma potansiyeline sahip nice yazarın, okur kitlesi ile buluşmasını sağlayacak bir edebiyat ortamının asla ama asla oluşamaması veya bunun olma ihtimalinin çok düşük olması. Yetenekli olsa bile arkasında bir desteği olmayan, kitap basımı, PR, pazarlama için de ciddi meblağlar harcayamayacak bir yazarın açıkçası ülkemizde pek şansı yok. İstisnalar var mıdır? Elbette vardır ama adı üstünde “istisna”.

Hiçbir zaman yazarların ve hatta tüm sanatçıların bu zorlu yollardan geçmediğini iddia edemeyiz. Ne var ki çağımızda okumanın artık git gide önemini kaybetmeye başlamasına paralel, popüler kültürün dinamiklerinin de etkisiyle nicelik artarken niteliğin inanılmaz oranda bir düşüş sergilemesi, ciddi anlamda bir yozlaşma sorununu da beraberinde getirdi. Ayaklar baş oldu hesabı, edebiyatın ne olduğunu bilmeyen insanların “yazar” sanılmasından ötürü ortalıkta iki satır yazanı yazar, iki fırça tutanı “sanatçı” ilan eden bir çağın yanılsamalarında gerçek sanatçılar da kendi gölgeleriyle baş başa kalıverdi. Maddiyatın her şeyin belirleyicisi olduğu böyle bir çağda niteliğin bu kadar değer kaybetmesi ise bizi her şekilde fakirliğe itti. Fikir fakirliği, edebiyat fakirliği, sanat fakirliği… Çünkü çevremiz fikir çöplüğü, edebiyat çöplüğü ve sanat çöplüğü ile dolup taştı. Değerli olanları tarih hatırlayacak olsa da bu hengamede birçok insan harcandı. Ve toplum edebiyat çöplüğünde veya sanat çöplüğünde artık değerli olanı medyanın veya başkalarının değer ölçülerine göre belirlemenin derdine düştü. Başarılı olan herkes iyi sanıldı. Aslında bu kocaman bir yalandı. Her zaman öyleydi… Fakat çağımızdaki kadar bir yozlaşmaya bu anlamda pek fazla rastlandığını sanmıyorum.

Bunların farkındayız zaten ama yapacak bir şey yok diyen çok insan var. Şikâyet edip kafayı kuma gömdüğünde, yani oyunu kurallarına göre oynamadığında, kaybedenler kulübünün zorunlu bir üyesi olmak dışında seçenek olmadığını öne sürenler de çok. Çünkü sistem bunu gerektiriyor. Günün sonunda insanın elinde “ya bu çemberin içindesin ya da dışındasın” veya “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” hissiyatından başka pek bir şey de kalmıyor.

Peki, tüm suçu insanlar okumuyor veya kitap basma maliyetleri çok yüksek gibi nedenlere yüklemek doğru mu? Karşımızda çok belirli ve somut nedenler varsa, bunlarla savaşmak için neler yapılıyor diye düşünmemek elde değil. Pek bir şey yapılmadığını gördüğümüzde ise demek ki bu engeller aslında yayınevleri için çok da önemli değil izlenimi uyanıyor. Ne de olsa satışı neredeyse garanti kitapları bastığı veya zaten maddi külfeti yazara yüklediği için sorunlarla da baş etmesine gerek kalmıyor sanki.

Mutlaka sınırlarını zorlayan, bunlarla mücadele etmeye çalışan yayınevleri olmuştur. Tek başına bir yere kadar ayakta durabildiğinden ötürü bu savaştan vazgeçmiş olma olasılığı ise yüksektir. Benzer şekilde bu sorunlarla tek başına mücadele etmeye çalışan bir yazarın sonunda kalemini kırması gibi bir küskünlükle sonuçlanmış çabaların olduğuna eminim. Ve bu insanların ister yayınevi olsun ister yazar veya bir dergi grubu çağımızın şövalyeleri olduğunu söylemek gerekir. Örneğin; yakından takip ettiğim oldukça nitelikli bir dergi ayakta kalabilmek için son nefesine kadar savaşıyor ama maalesef böyle giderse yakında kapanma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun farkında. Burada da bir tekel içerisinde olan gruplar dışında piyasada nefes almak kolay değil. Aynı yazarların dönüp dolaşıp aynı şeyleri kaleme aldıkları, popüler kültüre hizmet eden içerikleri tekrarlayan, Frida, Kafka gibi ikonik hale gelmiş isimleri kapaklarına taşıyarak, poster, takvim hediyeleri veren sözde edebiyat dergilerinden biri değilseniz, o camia içerisindeki yazarlardan biri değilseniz veya aynı edebiyatı sürekli yineleyen tuhaf bir tayfanın arasında değilseniz, yani popüler kültürün edebiyat modasına uymuyorsanız, şansınız az demektir.

Bu devranı değiştirmek için bir şeyler yapılamaz mıydı? Elbette… Bunun için önce elimizdeki gerçeklere odaklanacaksak, şu sorulara cevap aramamız gerekecektir:

  • Okuma alışkanlığını artırmak için neler yapılabilir?
  • Kitap basma maliyetlerini en aza indirmek ve kitap dağıtım kanallarına alternatifler yaratmak için nasıl bir yol izlenebilir?
  • Popüler kültüre ait dinamikler çağımızın olmazsa olmazı ise, toplumda kitap okuma alışkanlığını artırabilmek adına bu kültüre nasıl yön verilebilir?

Bu sorulara yanıt bulmak ve harekete geçmek için büyük çaplı yayınevlerinden tutun, vakıf, dernek, STK ve kurumlara kadar birçok yapının bir araya gelmesi gerekir.

Elbette bazı dernekler var ama çalışmaları genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalıyor. Kamuoyunun büyük kısmının haberi bile olmayan güzel işlere imza atılsa da popüler kültüre dokunacak bir kampanya göze çarpmıyor. Halbuki bu öyle bir konu ki belirli bir kitle için yapılan çalışmalar takdir edilse bile herkese ulaşabilecek potansiyelde değil. Bu kolay değil elbette ama imkânsız da değil. Bunun için bazı büyük kurumların ve yayınevlerinin ellerini taşın altına koyması gerektiği de aşikâr.

Öncelikle yapılması gereken kurum, vakıf, dernek, STK ve yayınevlerinin bir araya gelmesini sağlayacak bir oluşum veya iş birliği. Peşi sıra bu, kamuoyunun yararına bir atılım olacağından, Reklamcılar Derneği veya benzeri bir yapı ile görüşülerek onu da bu çalışmanın bir paydaşı haline getirmek, ardından medya kurumları ve PR şirketlerinin kapısını çalmak. Diğer bir deyişle kamuoyunun yararına çalışabilecek kapasitede olan profesyonelleri oluşuma dahil etmek.

Durum tespiti, pazar yani piyasa, iletişim, dağıtım kanalları, hedef kitle analizi vb. birçok konu masaya yatırılıp SWOT analizi yapıldığında tüm resim de aşağı yukarı zaten ortaya çıkacaktır. Elde edilen veriler ve analizler sonucunda ise izlenecek yol haritası belirlenecektir. Fakat günün sonunda şöyle bir gerçek var ki kamuoyunu kitap okumaya özendirmek ve okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla bilinçlendirme çalışmaları yapıp farkındalık yaratmak için önce kamuoyunun dikkatini çekmek gerekiyor. İnsanlar kitap okumayı yeterince sıkıcı bulurken ve bundan kaçarken, kitap okumanın insana kazandırdıklarını anlatabilmek adına onları daha da sıkıcı bir iletişime maruz bırakmak, hedeflenin tam tersine ulaşmaktan başka bir yola götürmez bizi. İnsanların kitap okumayı sıkıcı bir eylem olarak görmesinin önüne geçebilecek bir şekilde hareket etmek, kitap okumanın bilgi edinmek dışında sağladığı faydalara da odaklanmak fayda getirecektir.

Popüler kültürün dinamiklerini kitap okuma alışkanlığını artırmak adına olumlu yönde kullanmak iyi olmaz mıydı? Örneğin; madem Türkiye’de televizyon izlemeye bu kadar zaman ayrılıyor, neden dizi yapımcıları ile görüşülerek uygun olabilecek popüler dizilerdeki karakterlerin kitap okumasına yönelik bazı sahneler dahil edilmiyor senaryo içerisine? Yabancı film veya dizileri izlediğimizde hepsinde olmasa da çoğunda mutlaka bir şekilde kitap, kütüphane veya sergi vs. gibi öğelerin filmlerin veya dizilerin içerisine entegre edildiğine tanık olabiliyoruz. Benzer şekilde, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü veya doğum günlerinde kitap hediye edilmesi adına kampanyalar kurgulanabilirdi. Ayrıca ilgili bakanlıklar ile görüşülerek televizyondaki kamu spotlarının kimisine televizyon seyretmeye biraz ara verip kitap okunmasının teşvik edilmesi adına çalışmalar yapılabilirdi.

Hem neden edebiyat veya kitaplar söz konusu olduğunda yaratıcılık kısmını es geçiyoruz?

Düşünsenize; metroya veya vapura biniyorsunuz ve onlarca insanı elinde aynı kitabı okuyorken görüyorsunuz. Evet, bu bir reklam: gerilla marketing. Bir yayınevi veya kitap tanıtımı yapmadan kitap okuma alışkanlığını artırmak adına kurgulanmış bir şey. Dahası devamında viral kampanyalar yapılabilir, sosyal medya efektif bir şekilde kullanılabilirdi.

Mesela; neden reddedilenler diye bir kitap serisi çıkarmak hiçbir yayınevinin aklına gelmiyor? Neden bu tarz ilginç ama finansal açıdan riskli görülen projelerde kurumlarla iş birliğine gidilemiyor? Ülkemizde neden kitap sponsorluğu yok? Kısıtlayıcı olmasından ötürü mü, yoksa ticari kaygının edebiyata sinmesi korkusu mu? Fakat çoktan bu kaygı sinmiş ki parayla kitap basılabiliyor. Genç bir adamın veya kadının hayat mücadelesini konu alan bir kitapta sabun markasının sponsorluğunu görmek abes kaçabilir ve zaten bu riske ne marka ne de yayınevi girer haklı olarak ama yukarıda bahsettiğim büyük projeler için kurumlarla sponsorluk görüşmeleri yapılabilir. Reddedilenler kitap serisi bir veya birkaç yayınevinin yetenek görse de ticari anlamında risk taşıdığından ötürü basamadığı kitaplardan oluşabilirdi.

Daha da güzeli yayınevlerinin potansiyeli olduğuna inandıkları yetenekli ama ismi hiç duyulmamış yazarların kitaplarını basabilmeleri adına fon alabilecekleri bir oluşum söz konusu olamaz mıydı? Bazı kurumlar veya vakıflar buna ön ayak olamaz mıydı? Ülkemizde imkansızlıklardan veya fırsat tanınmadığı için kalemi kırılmış yetenekli yazarları keşfedebilmek gibi bir fırsata neden gözlerini kapamayı tercih ediyorlar? O yazarları Türk edebiyatına kazandırmak gibi bir vizyonu neden edinemiyorlar?

Yarışmalar düzenleyen yayınevleri, vakıflar, kurumlar var zaten diyeceksiniz. Bu yazarlar eserlerini oralara gönderebilir, o kadar yetenekli iseler mutlaka keşfedilirler diye de düşünebilirsiniz. Elbette bu çok önemli ve gerçekten de işe yarayan bir şey. Ne var ki binlerce yazardan sadece üç veya beş kişi için geçerli. Üstelik yeraltı edebiyatı diye adlandırdığımız tür veya fantastik edebiyat, bilimkurgu gibi türler için de buraların kapılarının pek açık olduğunu söylemek mümkün değil. Yani bu yarışmalar genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalan eserlere öncelik vermektedir. Dolayısıyla ülkemizden bir Tom Robbins, Charles Bukowski veya Haruki Murakami çıkması bu yarışmalarla olacak iş gibi durmuyor.

Ayrıca her yazarın her kitabı da muhteşem olacak diye bir kural yok. Bazı kitaplar muhteşem olmaz ama yazarları gelecek vaat ederler. O yüzden yazarın okur kitlesini oluşturabilmesi adına bu aşamalardan geçmesi de önemlidir. Fakat maalesef yazarların böyle bir şansı ülkemizde çok fazla yok.

Mesela; neden ilk kitap fuarı diye bir şey yok ya da yeni yazarlar fuarı? Sadece ilk kitabı veya en fazla birkaç kitabı çıkan yeni yazarları tanıtmak ve desteklemek amaçlı yapılacak böyle bir fuar, aynı zamanda yeni yazarlar keşfetmek isteyenleri de kendisine çekmez miydi? Bu fuara sponsor bulunamaz mıydı?

Neden büyük yayınevleri, hele ki arkasına kurumları almış olan büyük yayınevleri ülkemizde okuma alışkanlığını geliştirmek için ve adını duyuramamış, desteklenememiş onca yazara kucak açmak için bazı projeleri hayata geçiremiyor?

Neden usta yazarlar bu yetenekli insanlara destek vermiyor, onlarla ortak projeler yaparak keşfedilmelerine katkı sağlamıyor? Mesela; neden Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ayşe Kulin gibi tanınmış yazarlarla, henüz adı duyulmamış ama gelecek vaat eden yazarların eserlerini bir araya getirilebilecek bir kitap projesi yapılmıyor? Hakan Günday’ın bir yere kadar getirdiği öyküyü başka bir yazarın tamamlaması harika olmaz mıydı? Ya da belirli bir kavramdan yola çıkarak o kavram odağındaki öykülerden oluşan bir kitap yayınlanamaz mıydı? Hakan Günday’ın yalnızlığa dair öyküsü ile Ahmet Ümit’in öyküsü ve ardından adını duyma fırsatımız olmayan yetenekli yazarlarımızın bakış açısıyla yalnızlığın öyküsünü okuyamaz mıydık?

Belki de buna benzer bazı çalışmalar yapılmıştır fakat eğer okuma alışkanlığını geliştirme adına bilinçlendirmekten ve farkındalık yaratmaktan bahsediyorsak, bu projelerin tek atımlık değil, sürdürülebilir bir şekilde olması en önemli etkendir.

Ütopik veya idealist bir bakış açısı sanılan bu tarz fikirlerin, tekelin tekerine çomak sokmak olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat aslında bunun, edebiyat fakirliğini bitirmek için bir adım atmak ve insanları daha fazla okumaya özendirme adına farkındalık sağlamak için ezberleri bozmanın bir yolu olduğunu düşünürseniz eğer, aslında her tarafın kârlı çıktığını anlayabilirsiniz.

Her şeyden öte tüm bunlar için vizyon sahibi olunması gerektiği aşikâr. Ezberleri bozmadan, sadece düzene göre adım atmak bizi sürünün bir parçası yapar ve en radikal insanlar bile genelde sürünün güvenliğine sığınarak kendi radikal adımlarını atar. Yoksa edebiyat aşkına veya ülkemizdeki bu sorunlara çözüm bulmak adına adım atmak isteyenler için ne okuma oranlarının düşük olması ne de kitap basma maliyetlerinin yüksek olması birer engel olurdu.

Çok yetenekli yazarlarımız var; kendini ifade etmek için fırsata ve desteğe ihtiyacı olan… Büyük yayınevlerinin sırt çevirdiği, kitap başvurularını okumadığı veya reddettiği, diğer yayınevlerinin okumadan direkt sayfa sayısına istinaden bütçe geçtiği, hasbelkader yayınlansa da hiçbir tanıtımı yapılmadığından depolarda çürümeye yüz tutmuş kitapları ile nice değerli yazar…

Edebiyatımız kırık kalemlerin tarihi olmadan umudumuzu korumaya devam etmeliyiz. O yüzden de bu yazıyı kaç kişi okur, kaç yazar, yayınevi, dernek veya vakıf görür; okusa da kaçının umurunda olur, inanın hiçbir fikrim yok. Nitekim diğer yazılar gibi pek fazla okunacağını sanmıyorum. Yine de bu çağrıma birilerinin kulak vermesini diliyorum. Aksi halde her birimiz körler ülkesinde yaşayıp elimizdeki mumlarla kendimizi aydınlatmaya devam ederiz.

Yeni nesil ne diyor?

0

Her şey bir konuşmayla başladı. Bir arkadaşım yeni nesil sözcüklerden bahsediyordu. Konu hakkında konuştukça konuştuk. Dedim, bir yazı yazayım ben de, dergide de bulunsun. Çünkü kullananlar arasında konuşurken tıkır tıkır işleyen bu sözcükler bilmeyende “Ne dedi ki şimdi?” diye kocaman bir soru işareti uyandırıyordu. Anlaşmak iyidir diyerek hemen ilkine geçeyim isterim.

Body shaming

Body shaming’in en sevdiğim kullanımı, “niye body shamingledin ki sen beni?” şeklinde kullanımı. Bedensel özelliklerinden dolayı birini eleştirmek anlamında kullanılan bu ikili, beraberinde bedensel farkındalık ve kendi bedeninin biricikliği bilincini açığa çıkarıyor. Böylece bedensel özelliklerin olumsuz konu edilmesi kınanan bir durum halini alıyor. Böyle olması güzel. Evet, body shaming, yapılması hoş bir şey değil. Body shaming içeren yorumlar yapmaktan kaçının.

Ghosting

Ghosting, ilişki terörünün bir türü, arkadaş ya da flört olunan birinin birden bire sizinle bağlantısını kesmesi anlamına geliyor. Gostladı, gostluyor gibi kullanımları da mevcut. Ghostlayan, ghostlanmayı fazlasıyla hak ediyor da denebilir.

Slay

Slay, vay harika, çok iyi anlamında kullanılıyor. Bayıldım, çok güzel yerine coşkuyla, slay deniyor.

Manifestlemek

Manifestlemek, istenen bir şeyi dilemek, hayal etmek, olmasıyla ilgili olumlu düşünce belirtmek için söyleniyor. Bazı durumlarda, manifestlemek için 777’yi kullananlar da var.

Toksik

Olumsuz durum, kişi ya da ilişkiler için kullanılan bir sözcük. Siz, siz olun toksik ilişkilerden uzak durun.

Benching

Benching, yedekte tutmak anlamında ikili ilişkiler için kullanılan bir sözcük. Kimsenin başına gelmesin dileyelim ama istediği, arzuladığı aşkı bulana kadar boşta kalmak istemeyenler kendine birini ayarlıyor ve buna da benching diyor. 

Cringe olmak

Anlamı başkasının yerine utanmak, sosyal medyada kullanımına rastlamak mümkün.

Friendzone

Yine ilginç yenilerden birisi de bu sözcük ve durum, şairin de dediği gibi “sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı?” Hoşlanan kişiyi arkadaş olarak görmek, öyle kabul etmek anlamında kullanılıyor. Friendzone’um, denmesi de yaygın.

Bullying – Bullylemek

Zorbalık yapmak demek. Bunun akranlar arasında olanı çağımızın vebası gibi bir şey ve bullyingle ne kadar mücadele edilse o kadar iyi.

Yıkık

Durumun ya da kişinin beğenilmemesi anlamında kimi zaman da bir davranışı eleştirmek anlamında kullanılıyor.

Düştüm

Çok beğendim, bayıldım, enfes. “Kazağa bak, düştüm.” şeklinde de örneklenebilecek bir sözcük.

LOL

Çok güldüm, demek.

Stalk

Birinin sosyal medya hesabındaki gönderilerin tümüne ya da çoğuna bakmak anlamında kullanılıyor. Ekstra bir durum, fazla ilgi gösterme bazen de gizli ilgi gösterme göstergesi.

Shiplemek

Ünlüleri ya da herhangi birilerini birbirine yakıştırmak anlamında kullanılıyor.

DM

Özelden yazmak, yani mesaj yazmak, yollamak anlamında kullanılıyor. 

Atarlanmak

Sen niye atarlandın ki şimdi durup dururken?” niye kızdın, niye bu şekilde bir çıkış yaptın anlamında.

Gider yapmak

Atarlanmanın bir benzeri, olumsuz bir şekilde karşılık vermek, demek.

Gastlighting 

Bir kişiye kendisinden şüphe edecek kadar manipülasyon uygulamak demek. Kimsenin başına gelmez umarım ama gelirse de neye uğradığına şaşırmak yerine gastlightinglendiğini bilmek iyi gelebilir.

Boş yapma

Söylediğin gerçekçi gelmiyor. İnandırıcı değil. Abartıyorsun, gerek yok, yerine boş yapma deniyor.

Manit

Sevgili demek. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama manitanın kısaltılmışı.

Ok Boomer

Karşı tarafı sakinleştirmek ve konuyu kapatmak için söyleniyor ama burada şöyle bir durum var: Boomer, yaşlı, kabaca geri kafalı yaşlı demek. Ok boomer da senin gibi geri kafalı bir yaşlıya laf anlatmaya çalışacağıma tamam der geçerim anlamda kullanılıyor aslında.

Efso

Efsane demek, harikulade bir durum, şey ya da kişi.

Bu neyin kafası

Şimdi anlamadım bu yaptığını, bana çok da mantıklı gelmiyor demenin başka bir biçimi.

Yeni sözcükler listesi uzayıp gidiyor. Ben listemi, belki bu yazı yazılırken yepyeni bir sözcük daha kullanıma giriyordur ve daha düne kadar kullanılan bir sözcük unutuluyordur diyerek bitirmek istiyorum.

Sağlıcakla kalmanızı dileklerimle.