Albert Camus’nün çok sevdiğim bir sözü vardır: “Bütün dâhiler uyumsuzdur.”
Peki, gerçekten öyle midir ve eğer öyleyse bunun nedeni nedir?
Bunun nedeni, Einstein gibi bir dehanın çorap giymekten nefret etmesi, Tesla’nın inci küpelerden asla haz etmeyip bir binaya girmeden önce etrafında üç tur atacak kadar üç sayısına takıntılı olması, Beethoven’ın en büyük bestelerini banyo yaparken yazması, Salinger’in inzivaya çekildikten sonra ömrünün sonuna kadar yazdıklarını yok etmesi, Kant’ın hayatının kırk yılını her gün aynı saatte tam olarak aynı şeyleri yaparak geçirmesi, Dali’nin karnabahar sebzesine tutkusu ve kendi menisi ile dolu bir prezervatifi babasına göndererek içine de “Bütün borcum bu!” yazan bir not bırakması, Picasso’nun sıkıcı bulduğu insanlara ateş etmek için tabanca taşıması veya ünlü Mona Lisa eserini çalmakla suçlanması, Nietzsche’nin kronikleşen korkunç baş ağrılarından kurtulmak için sürekli yer değiştirmesi veya Van Gogh’un kulağını kesmesi gibi dâhilerin tuhaf alışkanlıkları, davranışları veya takıntıları değildir.
Bu tarz bir sürü tuhaf alışkanlıkları ve takıntıları olan birçok insan vardır ve bunlar o insanları deha yapmaya yetmez. Deliler ve dâhiler arasında ince bir çizgi olduğunun söylenmesi de bu yüzdendir. Peki, asıl mesele nedir?
İster bir düşünür veya filozof olsun, ister bir bilim insanı veya bir sanatçı olsun, dâhi diyebileceğimiz insanların tuhaf takıntıları ve alışkanlıkları olmasa bile çoğu Albert Camus’nün de dediği gibi uyumsuzdur. Bu “uyumsuz” sözcüğü ile kast edilen nedir?
Buradaki «uyumsuz» tanımı, toplum normlarının dışına çıkabilen, hayata çoğu insandan epey farklı bakabilen, bu yüzden de toplumla uyuşmada bazı sorunlar yaşayabilen insanlar için kullanılsa da asıl mesele dâhilerin zamanın ötesinde bir algıya ve düşünme şekline sahip olmaları yüzünden herkesten farklılaşmasıdır.
Bu noktada şimdiye kadar hayatlarını ve eserlerini enikonu araştırdığımızda dâhilerle ilgili şu dikkat çekici unsurları da fark edebiliriz:
Eğer çocukluğu kısmen iyi geçmiş, ailesi ile yakın çevresi tarafından desteklenmiş, karakterine ya da hayatını adadığı amacına yönelik çok büyük bir baskıya maruz kalmamış ise, bu dâhiler dışa dönük, sosyal, popüler olmayı seven, kendisinden bahsedilmesinden hoşlanan, egosu yüksek ve eğlenmeyi, çılgınlık yapmayı seven bir karaktere sahip olabilir. Örneğin; Picasso, Einstein, Edison, Mozart veya Salvador Dali gibi… Fakat eğer çocukluğu kötü geçmiş, ailesi ile yakın çevresi tarafından desteklenmemiş, karakterine ya da hayatını adadığı amacına yönelik çok büyük bir baskıya maruz kalmış ise bu dâhiler içe dönük, yalnız kalmayı seven, insanlardan uzak durmayı tercih eden, alçakgönüllü, popüler olmaktan hoşlanmayan, anlaşılması güç, melankolik, karamsar ve içine kapalı bir karaktere sahip olabilir. Bu ikinci noktada ise daha fazla isim vardır: Salinger, Kafka, Tesla, Nietzsche, Schopenhauer, Beethoven, Van Gogh, Giacometti gibi…
Bu ikisinin ortasında olan dâhiler var mıdır? Elbette, vardır. Ne çok karamsar ve içe dönük ne de çılgın ve egosu yüksek olan birçok isim de vardır ama onlar da uyumsuzdur. Yoksa neden hayatlarını adadıkları sanatları, fikirleri, çalışmaları veya düşünceleri için hayat boyu aç kalıp sürünmeyi ve hatta ölmeyi göze alsınlar ki? İki dünya savaşını da yaşayan ve bu acıya dayanamayıp sonunda karısı ile intihar eden yazar Stefan Zweig veya açlık içerisinde yoksul bir hayat sürüp ölen ressam Modigliani gibi… Engizisyonda yargılanıp son andaki inkârı ile giyotinden kurtulup hayat boyu ev hapsiyle cezalandırılan Galileo veya düşüncelerinden vazgeçmeyip yakılarak öldürülen Bruno gibi… Öldürüleceği ana kadar fikirlerini savunan Sokrates gibi…
Dâhileri «dâhi yapan», sanıldığı gibi üstün zekâları ve yetenekleri değilse, nedir?
Aslında tüm dâhilere baktığımızda aynı uyumsuzlukları gibi ortak iki özelliklerini daha fark edebiliriz: çok çalışmaları ve asla vazgeçmemeleri. Bunlar çoğu insana oldukça yavan ve anlamsız gelir. O yüzden de ısrarla dâhilerin normal insanlardan zeki ve yetenekli olduklarıyla avunurlar çünkü diğer ikisini kabul edemezler. Edemezler çünkü bu iki özellik birçok insanda vardır. Fakat bu iki özellik onları dâhi yapmaz. O halde dâhiler bu iki özellikle ilintili olsalar da onlara göre dehadaki asıl sır, zekâ ve yetenek olmalıdır.
Ne var ki çoğu insan bu noktada yanılabilir. Çünkü çalışmayı ve vazgeçmemeyi de belirli bir çerçevede değerlendirdiklerinden ötürü bu nokta tam kavranamayabilir.
Dâhiler çalışmayı ve vazgeçmemeyi de diğer insanlardan farklı algılar. İşte, o yüzden mihenk taşı tam da buradadır. Onlar hayatları boyunca o şeyle (sanat, bilim, düşünce vb.) uğraşır, buna kendilerini adar ve bu yüzden de sürekli kendilerini aşmak zorunda kalırlar. Onlar için çalışmak, hayatın kendisi demektir. Diğer bir deyişle, yaşamakla çalışmak onlar için aynı şeydir.
Bunu Einstein da dile getirir ve şöyle der: “Dehanın onda biri yetenek, onda dokuzu da çalışmaktır.” Ayrıca yine der ki; “Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum.”
Toplum insanları dışlamakla veya bazen de hak etmeyenleri belirli süre içerisinde kafasının üzerinde taşıyarak gereksiz bir amaca hizmet etmekle meşgulken, tarihin sayfalarını yazanlar, işte bu hayatlarını çalışmaya adayan dâhilerdir. Çünkü onlar zamanın ötesindedir. Geçmişi analiz eder, şimdiyi değerlendirir ve geleceğe seslenirler. Bu yüzden de asla ölmezler.