Farkında olmadan kısa bir süre önce hayatlarımıza sokuldu ve o zamandan beridir düzenli olarak tüketiyoruz. Zararları veya yararlarıyla ilgili kesin bilgiler olmamasına karşın, GDO’lu ürünler ile ilgili pek iç açıcı şeyler de okuduğumuz söylenemez. Peki, nedir bu GDO’lu ürünler?
Açılımı “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” anlamına gelir. İlk olarak 1972 yılında Paul Berg isimli Amerikalı bir biyokimyacının genetiği değiştirilmiş DNA molekülü üretmesiyle, bilim camiasının gündemine düşen bu olgu artan insan popülasyonundan doğan gıda üretimi ihtiyacına 2000’li yıllarda “çözüm” olarak getirilmiştir.
Paul Berg DNA üretiminin ardından bir yıl sonra ilk olarak bir de genetiği değiştirilmiş bir bakteri ürettiğini açıklamıştır. Bu olay zamanının bilim camiasında büyük bilimsel ve etik tartışmalara yol açmıştır. Tabii ki bu durum önlerinde bir engel oluşturmamış olsa gerek ki, Herbert Boyer‘in kurduğu bir şirkette Paul Berg’in yöntemleriyle GDO çalışmalarına başlanılmıştır. 1983 yılından 1995’e kadar çalışmalarını sürdüren şirket 1995 yılında genetiği değiştirilmiş mısır ekimi yapmıştır. 1998 yılında ise GDO’lu ürünler ile ilgili uluslararası etiketleme kuralları belirlenmiştir. Böylece ürünler uluslararası pazarlarda yavaş yavaş yerlerini almaya başlamışlardır.
Gen transferleri
Teknik bakımdan GDO olgusunun işleyişi belirli bir gen dizilimine sahip bir DNA’dan bazı genlerin çıkartılması veya dışarıdan bazı genlerin eklenmesiyle belirleniyor. Veya iki işlemi birden içerebilir. Bu durum çilekten ve balıktan alınan bazı genlerin domateslerin genleri ile harmanlanması kadar ileriye gidebiliyor. GDO’lu besinlerin ortak özelliklerinden biri ise genetik olarak tohumlanma özelliğinin olmaması. Yani GDO’lu bir besinin tohumundan mamül almanın olasılığı yok denecek kadar azdır. Ülkemizdeki bilinen “tohum probleminden” de bu durumu açıkça anlayabiliyoruz. Şayet yerli üreticilerin kendi tohumlarını üretmesinin yasa dışı olması ve İsrail menşeli tekel bir şirketin çoğaltılamayan tohum satıyor olması insana GDO’lu tohum fikrini anımsatıyor.
GDO’lu besinler üzerinde yapılan araştırmalar
Transyağların zararları ile ilgili yeterli bilgi sahibi olabilmemiz bile onlarca yıllık bilimsel çalışma ve deneyler ile sağlanabilmiş olmasına rağmen, GDO’lu besinlere bu denli ilgi gösterilememiştir bile. Yapılan son araştırmalardan birinde GDO’lu mısır tüketen deney farelerinin vücut yapısında ve kimyasal düzeylerinde anormal ölçüde gözlemlenen değişiklikler olmuştur. Ayrıca bu farelerin üreme düzeyi de yadsınamayacak seviyede düşüş göstermiştir.
Yapılan ayrı bir araştırmada ise GDO’lu besinlerin polenlerinin doğada bulunan diğer tür bitkilerle melezlenebildiği, mutasyonel özellikler gösteren bitki türlerinin oluştuğu ve kontrolsüz bir biçimde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Çoğu durumda ise böceklere karşı bağışıklığı olan GDO’lu türlerin yerel bitki türlerini mutasyona uğrattıkları ve o türlerin de aynı özellikleri göstererek yerel bitki örtüsü ve böcek popülasyonunda kontrolsüz değişikliklere sebebiyet verdiği gözlemlenmiştir.
2011 yılında yapılan bir araştırmada Kuzey Amerika bölgesinde yetişen Vahşi Kanola bitkisi popülasyonunun yüzde 80‘inde GDO’ya rastlanmıştır.
GDO her yerde
İstatistiklere bakıldığı zaman dünya genelinde hemen hemen 30 bin farklı türde GDO’ya rastlanabiliyor. Türkiye’de ise 200‘e yakın farklı türde GDO olduğu varsayılıyor. Bu durumda marketlerde satılan ürünlerin yüzde 70‘i GDO’lu olabilir. Yani, aslında hemen hemen her gün GDO’lu besinler tüketiyor olabiliriz. The Huffington Post‘un yaptığı bir araştırmaya göre; süt ürünlerinde, asitli içeceklerde, mısır içeren ürünlerde, elmada, tüketilen etlerde, dondurulmuş ürünlerde ve hatta ekmekte bile GDO bulunma olasılığı hayli yüksek. Dünya genelinde birçok ülkede bu konuya yasal düzenleme getirilmemiş olması da işin aslında “ne” yediğimizi bilemememize neden oluyor.
2011 verilerine göre Amerika’da üretilen soya fasulyesi, pamuk, kanola ve mısırların ortalama yüzde 90’ı GDO’lu.
Yapılan bir ankette ise Amerikan halkının yüzde 87‘si tükettikleri ürünlerin GDO’lu olduğundan haberdar ve bu durumda herhangi bir sıkıntı görmüyor. Kalan yüzde 13‘lük bir kesim ise GDO olgusuna tamamıyle karşı durumda. Bu noktada ABD sınırları içerisinde GDO’ya herhangi bir yasal düzenleme getirilmemiş olmasının altını çizmek isterim. Ancak Avrupa Birliği’ndeki bazı ülkeler ile Japonya, Avusturalya ve Yeni Zellanda’da GDO’ya karşı ileri düzey yasal kısıtlamalar getirilmiş durumda. Türkiye’de ise, Tarım Bakanlığı’nın mevcut yönetmeliğinde GDO’lu gıda ve yem maddeleri yasak. Ancak bu denetlemeyi yapacak kuruluş Türkiye’de mevcut değil. Ayrıca yönetmeliğin AB mevzuatına göre ciddi eksikleri var.
Bu noktada, mümkün mertebe organik ürün tüketmeye özen göstermeliyiz. Halihazırda ülkemizdeki organik gıdaların fiyatının yüksek olması da diğer ürünlerin GDO’lu olabileceğini açıklar nitelikte. Lakin, geçerli olan tohum yasaları değişir ise bu durumdan hem yerli üreticiler kendi tohumlarını üretebilecekleri için kârlı çıkacaklar hem de biz aslında ne yediğimizin, nereden geldiğinin ve ne derece sağlıklı olduğunun bilincinde olabileceğiz.
Kaynak: Başkent Üniversitesi, Avustralya Bilim Medya Merkezi, Avustralya Yeni Güney Galler Parlamentosu, Ekopolitik, Peeltheorange.com