Sokağın başında, Emre’yi görüyorum. Eski öğrencilerimden, çok da akıllı bir çocuk. Kız arkadaşıyla el ele bu tarafa doğru geliyorlar. Kız arkadaşı karşı aralığın önündeki karanfilleri görünce soruyor.
“Bunlar ne Emre? Sanki apartmanlar birbirine küsmüş de biri onları barıştırmak için karanfilleri serpmiş gibi ne komik!”
Emre ben duymayayım diye kısık sesle anlatmaya başlıyor ama ne dediği zor da olsa duyuluyor.
“Sevda Çıkmazı.”
“Sevda Çıkmazı mı?”
“Çapraz apartmanın birinci katının balkonunda oturan kadını görüyor musun aşkım? Bak ama çaktırma olur mu?” Duymazlığa verip çayımı içiyorum.
“Şu kadın mı?”
“Biraz geçelim, anlatacağım.” İçeriye geçiyorum ama salon penceresi açık olduğundan sesleri buraya kadar geliyor.
“İşte o kadın, Sevda Hoca. Bizim okulda edebiyatçıydı. Çok da iyiydi, severdim yani. Gençliğinde büyük bir aşk yaşamış. Öyle ki, sevgilisi ona aşkını ispatlamak için bu binadan diğerine atlamaya kalkmış.” “Aa!” diye korkuyla yüzünü kapattığını görüyorum kızın. Emre devam ediyor konuşmaya, “Gördün mü bebeğim? Bizim mahalle böyledir. Burada aşklar ölümüne yaşanır.”
“Saçmalama aşkım ya!”
“Niye? Korktun mu? Şaka yaptım aşkım ya. Sevda Hoca bu olaydan sonra hiç evlenmemiş. Bu oturduğu evi satın almış. O gün bu gündür de her gün çıkmaza bir karanfil bırakıyor.”
“Ay çok tatlış!” dediğini duyuyorum kızın. Artık bu yalana daha fazla dayanamayacağımı anlıyorum. Ölüp gideceğim ve karanfiller de yok olacak. Bu yalan da unutulacak. Bunun yerine her şeyi en başından anlatacağım size.
Gerçekler değişir ama hikâyeler kalır. Bazen gerçekler, anneannem ve benim, o yaz kaldığımız evin havasına benzer. On sekiz yaşımın saflığı, kimsesizliğimin ilk yazı. Anneannem, kadife perdeleri kapalı odada sanki çoktan yok olmuş da sadece biz onu var sanıyormuşuz gibi yatarken her şeye bulaştığını düşündüğüm karanlığa benzer bazen gerçekler. Anneannemin teninin ürpertici beyazlığına tezat, ipeksi teninin altında yeşile çalan rengiyle damarlarının ona taşıdığı canı andıran bir şeyler vardır hikâyelerde.
Her şey o yaz onun bakkaldan alınan öteberiyi getirmesiyle başladı. İlk defa onu gördüğümde, benden yaşça büyük ve çok yakışıklı olduğunu düşünmüştüm “Sen ne şirin şeymişsin.” demişti. Yanaklarım al, al olmuştu. Günler geçtikçe yolunu gözlemeye başlamıştım.
Önce kapı ağzında ayak üstü konuşmaya başladık. Derken, o bana dokunmaya başladı. Yüreğim ağzıma geliyordu o bana dokundukça.
“Üstünü çıkar.”
“Çıkarmam.”
Ben böyle söyleyince hemen çekip gidiyordu. Bir daha geldiğinde yüzüme bakmıyordu. Ah, ne safmışım. Kalsın da yüzüme baksın diye istediklerini yapmaya başladım ben de. Utana sıkıla.
Bir gün, “Yarın geleceğim çiçeğim. Hiç eteğin yok mu senin?” diye sordu. Bir dahaki gelişinde, kapıyı etekle açınca, “Bu ne kız? Rahibe gibi olmuşsun.” dedi. “Kıvır bakalım belini.” Eteği katlamaya başladım. Beğenmedikçe daha da katladım. Daha kısa olmalıymış, onun değil miymişim, öyle diyordu. Bacaklarım açıldıkça utancım artıyordu.
“Hadi ama nazlanma!”
Etek ufacık kaldığında, “Dön bakalım şöyle.” dedi. “Maşallah, maşallah. Dur bir bakayım sana.” Sırtım ona dönük kala kalmıştım. Bir ses gelmişti kulağıma. Kemerini çözüyordu. Düğmelerini açıyordu sanki. İçimi bir korku kaplamıştı. Ne yaptığına bakmak için dönmek istemiştim ama izin vermemişti. Sarılmıştı bana sıcacık. Eli kilodumdan içeri girmek istiyordu. “Yapma!”
“Beni sevmiyor musun?”
“Seviyorum.”
“Karışma o zaman.”
Kilodumu indirmişti. Beni biraz öne doğru eğmişti. Bir acı hissetmiştim. Oramda bir acı.
“Hadi topla üstünü başını, bir gören olacak. Ben kaçtım, görüşürüz, bye.”
Kanamıştım ama ne olduğunu, neden olduğunu bilmeden. Utancımdan kimseye de bir şey soramamıştım. Geçmişti sonra.
O günden sonra sabah akşam gidip gelmeye başladı. O yokken, aşkımızın ne kadar büyüdüğünü, beni görmeden yapamadığını, yakında evleneceğimizi düşünürdüm. Keşke annem, babam da düğünümü görebilseydi diye hayıflanırdım. Tamamen birbirimizin olmamız yakındı. Keşke ailem de bu günlerimi görebilseydi. Bazen yanımda olmadıklarından içim sızlardı. Bunları onunla da konuşmak isterdim ama çok çalıştığını, beni görmek için ancak bu kadar kaçabildiğini söylerdi.
Bazen memelerim acıyordu sıkıştırmalarından, en çok da oram acıyordu. Birgün dayanamayıp ağlamaya başladım. “Benden kadın olmazmış.” öyle dedi. Daha kaba daha hoyrat davrandı bana sonra da hemen gitti. Çok üzüldüm o gün ve gelmediği diğer günler, daha sonra yeter ki gelsin, onu göreyim, biraz daha kalsın diye hiç sesimi çıkarmadım.
Kasabaya indiğim gündü, onu bir kızla el ele gördüğümde düşüp bayılmışım. Kendime geldiğimde tanımadığım yabancılar yüzüme, gözüme su atıyordu. Kendime gelince, canhıraş onu aradım, buldum. Yalnızdı.
“Git lan evine, bir gören olacak bela mısın sen?” diye çıkıştı bana.
O köşede ağlamaktan bir hâl olmuşum. Dayanamayacağımı düşünerek koşarak kendimi kayalıklara sürükledim. Bir daha kimsenin yüzüne bakamam, uçurumdan düşünce bu rezillik de biter nasıl olsa diye düşünüyordum ama olmadı, yapamadım. Anneannem geldi aklıma, acıkmış olduğu, yemeğini nasıl yiyeceği, üstünü kimin örteceği, dönüp eve gittim. Günlerce kapalı perdeleri açmadım.
Çıkıp geldiğinde sevinçten havalara uçmuştum. “Döndü. Beni seviyor.” diye düşündüm. Orada, eşikte, üstümü başımı yırtarcasına çıkarıp içime girdi. “Ayrıldınız mı?” diye sordum giyinirken “Gene başlama!” diye kapıyı çekip çıktı. Gözlerim doldu lavaboya attım kendimi, hıçkıra hıçkıra ağladım. Günlerce “Kimdi o yanındaki?” demekten dilimde tüy bitti.
“Sana ne ulan!” diye paylıyordu beni.
“Evlenecektik hani?”
“Kızım, deli deli konuşup saçmalamayı kes, ben nişanlıyım.” diyordu. “Git buradan o zaman.” dedikçe beni köşeye sıkıştırıp bacaklarımı ayırıyor, içime giriyordu.
“Ağlama lan! Tüm hevesimi kaçırdın.” diye çekip gidiyor. Yine günlerce yanıma uğramıyordu. O yokken sürekli ağladığımdan gözlerim acıyordu.
Sınav sonucumun geldiği gün ne yapacağımı bilmez bir halde kalmıştım. Öğretmen okulunu kazanmışım. Anneannem bensiz yapamaz hem ben onu bırakamam diye konsolun çekmecesine attım sonucu. İki, üç gün geçti, şimdi tam hatırlamıyorum. Anneannem fenalaştı. Hastaneye kaldırdık. Bir sabah kollarımda can verdi. “Anneanne beni de al yanına.” diye haykırdığımı, bir de sinir krizi geçirdiğimi görünce doktorların beni bayıltığını hatırlıyorum.
Evde ilk yalnız akşamımda geldi yeniden, “Benimle kal.” diye yalvardım ama buna aldırmadı. “Soyun.” dedi. “Dön.” dedi. “Sıkıldım ama senden, gideceğim bak.” dedi. Gitmesin diye ne isterse yaptım ama yine de gitti.
Bir gün yanında bir arkadaşıyla geldi. İçtiler. Bana da içmemi söylüyorlardı. Arkadaşı bacağıma elliyor. Mememi avuçluyordu. “Yapma.” diyordum ama “Bir şey olmaz!” diyorlardı. “Hadi ama nazlanma. Neşemizi bulalım. Bak giderim bir daha gelmem sonra.” İçmiştim, başım dönüyordu.
Ağır bir koku geldi burnuma, midem kalktı. Gözümü zor açtım. Sabah olmuştu. Odanın zemininde bir kusmuk gölünün ortasında yatıyordum. Kokudan midem kalkmıştı, dayanamayıp yine kusmuştum. Her yerim acıyordu.
Konsolda babamdan kalma beylik tabancası vardı. Alıp onu kendimi vuracaktım. Çekmeceyi çekince sınav sonuç belgemi gördüm. “Daha fazla günaha girme Sevda. Çek git, kurtar kendini bu yaşamdan.” dedim kendime. Bir yandan da aklımdan hâlâ belki bunu duyarsa benimle evleneceği geçiyordu.
“Gidemezsin.” dedi. Başka bir şey demedi. Hiçbir şey değişmiyordu. Kaçıp kurtulurum sanmıştım. Gizli gizli okula kaydımı yaptırmış ve hiç kimseye haber vermeden yurtta kalmaya başlamıştım. Okuldayken izimi buldu. Bazen beni görmeye geliyordu. Ucuz otellere götürüyordu beni. Evlendi sonra, birkaç ay görünmedi ortalıkta. Acı duyuyordu bir yanım, bir yanımsa kurtulduğuna seviniyordu. Çok geçmedi bir arabayla göründü bu defa. Ormanlık bir yere sürdü arabayı. Arabanın rengi kırmızı, hâlâ kırmızı araba görünce midem bulanır.
Atamam yapıldı, tayinim çıktı. Onun çocukları olmuştu ama yine de izimi bulup beni görmek için gelmeye devam etti. Ben de bana aşık olduğu yalanını söylüyordum herkese, beni bırakamadığı, durumunu düzeltince evleneceğimizi söylüyordum. İnanıyorlardı.
Yalandı hepsi. Tıpkı aşkımdan ölmesi gibi. Onu aşağıya ittiğim için oldu bu. Hayır, sandığınız gibi vicdan azabı duymuyorum. Sadece şimdi bunları yazarken o yazdan beri ilk defa bir hafiflik hissediyorum. Artık gerçekleri siz de biliyorsunuz.
O gün, “artık böyle yaşayamıyorum kendimi öldüreceğim.” dediğimde nereden bilebilirdi ki başına bunların geleceğini sonra da hikâyemizin böyle anılacağını? Düşerken dehşet dolu gözlerle bana bakışını, “Sevda!” diye haykırışını hatırlıyorum. Yıllarca her gece kabusum olduğunu, kan ter içinde uyandığımı hatırlıyorum. Yıllar geçtikçe inandığım yalanı, anlattığım hikâyeyi hatırlıyorum.
Bana sonsuz bir aşkla bağlı kalsın diye her gün çıkmaza bir karanfil bırakıyorum.
Yakında öleceğim ve sonra siz bu yazdığımı bulacaksınız. Belki benden, ömründe ilk defa doğruyu söyleyen bu zavallıdan nefret edeceksiniz. Olsun. Öldüğümde kimsesizliğimin ilk yazından beri çektiğim çileden de artık tamamen kurtulmuş olacağım. Şimdi her şeyi daha iyi anlıyorum. O sadece her zalimdi. Her zalim gibi bir hiç yarattı. Ben de gerçeği yakıp kalan ömrümde bir hikâyeyi yaşamayı seçtim. Bir hikâye uydurdum aslında her hikâyeye benzeyen ama en azından ben öldükten sonra gerçeği bilin istiyorum. İşte böyle dostlarım, Sevda’dan arta kalan.