Aşağıya iniyorlar ve yukarıya çıkıyorlar… Hep aynı telaşı ediyorlar… Izdırap çekmeme bile müsaade etmiyorlar… Herkes nerede?… Neden anlatayım ki nasıl olsa anlamak istediklerini anlayacaklar… Yavuz’u yalnızca Yavuz’lar anlar… Evet tıraş oldu ama kalmak istediği için değil giderken bile onurlu gitmek için… Gitmek istemesi kendine değer vermemesinden değil – ki bir tıraş için kalacak olsun – o burayı sevmedi… Yoo, o sevdi mi bilmiyorum, sevmeyen benim… Tüm insanlık bana ihanet etti… Hep birlikte gideceğiz sanmıştım, gelmediler… Ben tek gideceğim… Görmüyorlar… Hayır! kötülük etmek için görüyorlar… Bir an, bir an yalnızca boş bulunsam saldıracaklar… Bakıyorlar… N’apıyorum?… Yürüyor muyum?… Neden yavaş yürüyorum?… Neden dalıyorum?… Merak ediyorlar… Bir daha geçtim, bir daha… Şimdi tekrar geçiyorum… Nereye gidiyorum?… Merak ediyorlar… Yalnız mıyım?… Bir şans verir miyim?.. Kimim?.. Eh, idare ederim… Yine ordayım… Yemek yiyorlar, gülüyorlar, sokuluyorlar, birinin doğum günü, yine gülüyorlar… Adam “ben buradayım, merak etmeyin” diyor… Uzaktan gelmişler, n’apıyorlar?.. Tehlikeliler mi?.. Güzelce giyinmişler, heyecanlılar, nereye gidiyorlar?… Kırmızı araba, o adam… Hallerinden memnunlar… Memnunlar, yine memnunlar...
O ev, O sarı ışık..
Anadolu’da otobüs yolculuğu yapmışların bildiği bir sızı vardır. Soğuk, kış, gecenin derin vakti uyuyamamış huzursuz gözlerle baktığınız camdan; içinde hiç insan yaşamıyormuş gibi görünen ama aynı zamanda mutlu, kendi halinde bir aile yaşıyormuş gibi görünen o ev ve o evin sarı ışığının sızısı.
Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey” filminde Leyla’nın trenin camından gördüğü, aynı sarı ışıklı o ev. Aslında o ev değil. Ama sanki, tüm yol kenarlarındaki tek başına bulunan evler o evin aynısı. Belki de bir sarı ışıklı ev arketipi var. Hani çocukken resim defterine çizdiğimiz; iki odalı; ne hikmetse sarı ışıklı lambası gece gündüz yanan o ev ve yine ne hikmetse hep dışardan görünen o lamba.. Ve o ev: bacasından kış yaz dumanı tüten; önünden hep ırmak geçen; kırlara, ormana götüren daracık bir patika yolu olan. Hani iki yana yaslı perdeleri hep çiçek desenli, hani kapısı hep tokmaklı, hani tepesinde parıldayan güneşle pofuduk bulutlar hep yan yana..
Şair olası geliyor insanın, kalemi kağıdı eline alası geliyor. Belki de hikayeyi bir şairden dinlediğimiz için anlatıcıyla özdeşim kuruyoruz. Belli ki yönetmen ve senarist tam olarak bunu istemiş. Anlatıcı üzerinden izleyiciyi şair olmaya heveslendirmek dünyayı şiirsel kılabilmenin oldukça etkili bir yolu. Belki de bir şairin devrimi herkesi gizlice şair yapmaktır.
Kanımca yol ve yolculuk sinemanın en güçlü metaforları. Simyacı romanını okuduğumuzdan beri yola kendimizi bulmak için çıkıyoruz. Fakat filmde bulduğumuz bu sefer kendimiz değiliz, yönetmen kendimizi bulalım istemiyor, Yavuz’u bulalım istiyor, şiir bizi Yavuz’u anlamaya götürsün istiyor. Şiiri seçmesi anlamlı görünüyor. Aklın hükümranlığında bulunan toplumsal kurumlar Yavuz’un kararını onaylamıyor. Şiirin uyandırdığı ruh ile ancak Yavuz’u anlayabileceğimizi düşünüyor. Seçimi isabetli duruyor.
Dönüştürülmüş iç sesler, gece sekansları, duvarlara çizilen kuş resimleri, çellonun armonisi – şiirle müziğin ritmi birleştiğinde karanlıkla aydınlık bir olur- atmosferi güçlendiriyor. Gittiği yere neden gittiğini tam da bilmeyen iki karakter ile nereye gittiğini çok iyi bilen Yavuz arasındaki diyalektik filmin tam merkezinde duruyor. Güçlü kadın karakterler; romantik bir aksa oturmaya ihtiyaç duymayan bir hikaye; travmatize edilmeden izlenebilen – hayatın doğal akışına uygun sadelikte – olaylar; abartısız oyunculuklar tam da filmin şiirselliğine uygun düşecek ayakları oluşturuyor… Ve gizli özne; büyükşehirlilerin bittiğini sandığı taşra oluyor.
“Beni çocukken bir fotoğraftan çağırdılar. Vardığımda hüzünlü bir genç kadındım.” (filmden)
Başlık Görseli: Manifold