“Kadınlara karşı küresel şiddet salgını ve kadınların sistematik olarak dünyayı yöneten iktidar kurumlarından dışlanması erkeğin doğayı ve onun kaynaklarını aç gözlü bir şekilde sömürmesiyle iç içe geçmiş durumda” diyor Nafeez Ahmed. Gezegeni koruma mücadelesi kadın bireylerin yeniden güçlendirilmesiyle başlamalı… Bu da önce onların baskılanışları ve köleleştirmelerindeki suç ortaklığımıza bir son vermemiz anlamına geliyor.
Birleşmiş Milletler ve diğer ajansların iklim değişikliğiyle mücadelede kadınların hayati rolünü gün ışığına çıkarmak için verdiği çabalar övgüye değer elbette, fakat öte yandan tüm bu örgütler kadının güçsüzleştirilmesinde küresel erkek-egemen kuruluş ve yapıların ne derece sorumlu olduklarını anlatma hususunda çok da ileri gitmiyorlar.
Tek bir kriz mi?
Bugün karşılaştığımız krizler aslında bir bütün, fakat görünüşte apayrı doğaları bizi yanıltıyor. Daha derinden baktığımızda bu, görünüşte birbirinden farklı iklim değişikliği krizleri, enerji kayganlığı, yiyecek kıtlığı, ekonomik çöküş ve şiddetli çatışmalar aslında birbirinden farklı meseleler değiller. Dahası, tüm bunlar daha derin bir küresel rahatsızlığın birbirine doğal bir şekilde bağlantılı belirtileri…
Bütün bu krizler öncelikli olarak küresel sistemimizin çevremizin doğal kaynaklarında giderek daha fazla oyuklar açmasından kaynaklanıyor.
Dünyanın zengin, endüstrileşmiş sınıfı, gezegenin hammadde ve kaynaklarını aşırı oranda biriktirip yine aşırı ölçüde tüketiyorlar; çok büyük ve eskisinden çok daha maliyetli oranlarda kirli fosil yakıtı, yakım sürecinde ekosistemin dengesini bozacak şekilde doğaya inanılmaz boyutlarda karbon ve atık bırakıyor ve ironiktir ki bu şekilde de yaşam giderlerini artırıp bu tarzda bir aşırı tüketim standardını sürdürme kapasitemizin kökünü kazıyorlar.
Bu durum devletlerin halka hizmet sunma imkânlarını zorlarken daha fazla yoksulluk ve yoksunluğa sebep oluyor ve küresel eşitsizlikler giderek büyüyor. Bunun karşılığında toplumsal huzursuzluk giderek depreşiyor ve bazı durumlarda iç savaş ya da uluslararası savaşlar olmasını tetikliyor.
Bu krizlere dair geleneksel bakış açımız başlı başına doğa ve hayata karşı parçalı bakışımızda köklenmiş epistemolojik bir krizin belirtisi… Çünkü enerji, ekonomi ve doğa birbirinden bağımsız düşünülemez. Onlar temelde tamamen birbirine dolanmış meseleleri anlamak için bizim zihnimizde kurguladığımız soyut kavramlar aslında.
Bizim parçalı ve indirgemeci dünya görüşümüzün bunda büyük payı var. Bilimlerimiz o kadar özelleşmiş durumda ki kültür, ekonomi, biyofiziksel çevre, toplum, biyoloji, fizik ve daha birçok mesele arasındaki noktaları birleştirmek için gerekli bütüncül “büyük resim” bakışından yoksunuz… Bu bütüncül görme eksikliği sadece dünyayı anlama bakımından değil aynı zamanda artan krizlere çözüm bulma bakımından da kısıtlı olduğumuz anlamına geliyor.
“Medeniyetler krizi” açısından bu parçalı indirgemecilik, sadece kendimizi doğal dünyanın bir parçası değilmişiz gibi gördüğümüzün değil ayrıca onun en üst hâkimiymiymişiz gibi gördüğümüzün de göstergesi. Öyleyse, neo-klasik, şimdilerde neoliberal denilen ekonomi doktrini şemsiyesi altında deneysel olarak çürütülmüş, aldatıcı “sonsuz materyal büyüme” mükâfatını – fiziksel anlamda imkânsız olmasına rağmen- tanrısallaştırdık.
Gezegendeki canlı cansız bütün varlıkları içeren doğal dünyanın bütünselliğini “pazarlamanın” sorgulanmaz buyruklarına tabi kıldık. Bu, her şeyin metalaşmasına; bağımlılıklarımızı güçlendiren kendi kendini sürdürme özelliğine sahip kitle tüketim kültürünün sonsuz bir büyümenin içinde sıkışıp kalmasına yol açtı.
İnsanlar ve doğal düzen arasındaki ayrılık küresel sistemin iç dinamiklerinde yansıtılıyor: zengin ve fakir arasındaki artan eşitsizlikte, Müslüman olan ve olmayanlar arasında tırmanan gerginlikte, beyaz ve beyaz olmayan arasında derinleşen ayrımlarda, ve tabii ki kadın erkek arasındaki daimi güç eşitsizliklerinde…
Bütün bu durumlarda gözlemliyoruz ki, bizim gezegenin yaşam-destekleyici sistemlerinin bitmek tükenmek bilmeyen şekilde yağmalayışımız, yıldırıcı bölünme-dışlama ve “ötekileştirme” eğilimimizle bağlantılı işliyor ve bunu uygulama yöntemlerimiz çoğunlukla o kadar sinsi ki, bu süreçlerin varlığını kabul etmek bile zor, acı verici… Fakat bugüne kadar varlığını aralıksız devam ettirmiş ve hâlâ kabul edilmemiş en büyük yol yine patriyarka…
İklim değişikliği cinsiyetlidir
İklim değişikliği kaynaklı doğal afetlerin sayısı giderek artıyor. 2000-2009 yılları arasındaki felaketler, büyük çoğunluğu iklim olaylarından kaynaklanan 1980-1989 arası yaşananlarla kıyaslandığında görülüyor ki neredeyse üç katına çıkmış. Öte yandan bu tarz felaketlerin mağdurları çoğunlukla kadınlar.
Ortalamada doğal afetler sürekli erkeklerden daha fazla kadını öldürür, hatta bazı vakalarda yüzde 90 kadın ölümüyle… Yine BM rakamlarına göre kadınların doğal afetler karşısında ölme riski erkeklere göre 14 kat daha fazla.
Cinsel saldırı, kız çocukların okula gitmelerinin engellenmesi ve benzeri durumlar düşünüldüğünde kadınlar felaket sonrasında da orantısız ölçüde daha fazla zarar görüyor. Daha fazla incinme olasılığı için bir sürü başka sebep gösterilebilir: Mesela daha düşük ekonomik imkânlar, cep telefonu gibi teknolojik aletlere daha az erişim (ki bu da afetlere dair acil uyarılardan daha az haberdar olma anlamına geliyor), kültürel yapıyla ilişkili olarak daha az hareket özgürlüğü ve daha birçok sebep.
Böylece denilebilir ki, iklim değişikliğinin kadınları orantısız ölçüde etkilediğine dair temel sebeplerden biri kadınların marjinalleştirilmesi. Bu da mahsul kıtlığı, kuraklık, aşırı hava koşulları gibi iklim değişikliği etkilerinin en çok kadınları vurduğu anlamına geliyor.
“Yoksulluğun kadınlaşması”
Kadının sistematik olarak güçsüzleştirildiğinin en açık belirtisi yoksulluktur. Yaklaşık bir milyar insan, Dünya Bankası’nın günlük 1,25 dolar olarak tanımladığı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu standarda bakılırsa dünyanın en zengin 50 insanının yıllık geliri neredeyse bu en alttaki bir milyar kişinin toplam gelirine denk geliyor. Bu bir milyarın içinde de, BM Geliştirme Programına göre, en yoksul olanlar yine kadınlar.
Sınırlı bilgi seti ve devam eden araştırmaların yetersizliği sebebiyle, bu yüzdeliğin son zamanlarda ne şekilde dağıldığı konusunda net bilgi vermek güç. Fakat tartışmasız bir şey var ki o da daha az gelişmiş ülkelerde kadınlar erkeklere oranla çok çok daha perişan durumda.
Gerçek şu ki, yoksulluk seviyeleri geleneksel tahminlerin çok daha üstünde. Gottingen Üniversitesi Ekonomisti Stephen Klasen, 2013’te Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü genel sekreterine sunduğu raporda günlük bir dolar standardının neredeyse kullanışsızlık ve bir işe yaramama bakımından zirveye ulaştığını belirledi.
Bu kısmen, milli yoksulluk sınırı ve kişi başına düşen tüketimi ciddi anlamda 1,25 doların üstünde olan orta gelirli ülkelerdeki yoksul kimselerin giderek artmasından kaynaklanıyor.
Neoliberal politikalar, ülkeleri hızlı özelleştirme ve yabancı yatırım konusunda gazlayarak – sonucunda da halkın ve hükûmetin borçlarını hızlandırırken devletin sağlık, eğitim ve diğer toplum hizmetleri üzerine harcamalarını da engellemiş oldu. Sonuç değişmez bir şekilde gerçek büyümeyi sürüncemede bırakmak ve –BM raporuna göre- “sağlık ve eğitim çıktılarını ölçmek için gerekli bütün toplumsal göstergelerin ilerlemesini düşürmek” oldu.
UNESCO’nun insan hakları biriminde cinsiyet eşitliği temsilcisi olan Valentine Moghadam, yoksullukla sonuçlanan neoliberal yapılanmanın özellikle kadınlar üzerinde ağır izler bıraktığını söylüyor. Su götürmez bir gerçek ki kadınlar ilk olarak cinsiyet eşitsizliği, ikinci olarak da yoksulluktan mağdur olurlar ve böylece sefalet içindeki kadınlar insan hakları ellerinden alınırken aslında çifte dezavantajlı konumda sıkışıp kalırlar.
Aslında, erkeklerden daha çok çalışmasına rağmen, dünyadaki çalışma saatlerinin yüzde 70’ini dolduran kadınlar dünyadaki gelirin yüzde 10’unu kazanırlar sadece. Ve erkeklerin kazandığının neredeyse yarısını… Kadınların bu ekonomik dezavantajlı konumu onları toplumsal olarak daha kırılgan hale getirir ve bu yüzden de cinsiyete dayalı şiddet formlarına ve sömürgeci çalışma koşullarına daha kolay maruz kalırlar. Bütün bunlar, iklim değişikliğinin nihayetinde kadınların en çok zarar gördüğü yoksulluğa götüren durumları kızıştırdığını gösteriyor.
Yiyecek ve suyun cinsiyetli oluşu
Sadece pasif kurbanlar olmanın da ötesinde kadınlar, doğal kaynak yönetimindeki kritik rollerinden kaynaklı olarak, bu tarz durumlardaki pozitif sosyal değişim imkânlarının tamamen merkezinde yer alırlar. Aileleri için temel yakıt ve su toplayıcıları, yiyecek hazırlamak için gerekli enerjiyi kullanma bakımından esas bakıcı, çocukları besleyen ve hastanın bakımını üstlenen kadınlar, toplumların refahı, ekonomik gelişimi ve sağlığını geliştirmede en önde yer alırlar.
Sayısız çalışma gösteriyor ki iklim değişikliği, artan kuraklığa, kıyı sistemlerinde erozyona, okyanusların asitleşmesine, biyoçeşitliliğin yok edilişine, deniz seviyesinin artışına ve önümüzdeki on yıllar içinde mevsimlerin değişmesine yol açacak. Sonuç olarak, küresel ısınma su stresini kızıştıracak ve özellikle de az gelişmiş ülkelerde olmak üzere milyarlarca insanın yiyecek sistemlerinin kökünü kazıyacak. Bu demektir ki su ve yiyecek sağlamada böylesine hayati bir rol oynayan kadınlar, iklim değişikliğine bağlı olarak kötüye giden su ve yiyecek krizlerinden yine en çok etkilenecek olanlar…
Kadınlar toplamda erkeklerin yıllık kazandığı miktarın yüzde 30’u ile yüzde 80’i arasında bir kazanç elde ediyorlar. Dünyanın 743 milyon okur yazar olmayan insanının üçte ikisini kadınlar oluşturuyor. Kadınlar az gelişmiş ülkelerdeki tarımsal iş gücünün neredeyse yarısını oluşturuyorlar, fakat öte yandan toprağın sadece yüzde 10 ile yüzde 20’si arasında bir miktarına sahipler. Su getirmek için –genelde tek başlarına- uzun mesafeler katedenler yine çoğunlukla kadınlar. Bu konumda olmaksa onları saldırılara ve sağlık sorunlarına karşı daha zayıf kılıyor.
Neticede iklim değişikliği kadınları, ekonomik fırsatlarının önünü keserek, yiyecek ve suya ulaşımlarını zayıflatarak ve onları sömürü karşısında daha zayıf kılarak, daha yoksul hale getiriyor. Bu da kaçınılmaz olarak toplumların ve ailelerin gelişimini, uyuşumlarını ve bütünlüklerini aşındırıyor.
Şiddetin kadınlaştırılması
Yakın zamanda yapılan birçok çalışma iklim değişikliği artışı ve şiddetli çatışma sıklığı arasında kesin bir bağlantı olduğunu kanıtlıyor. Fakat ister cinsel şiddetin bir savaş taktiği olarak sistematik kullanımı bakımından olsun ister siviller üzerindeki gelişigüzel saldırılar aracılığıyla, çatışmaların en büyük kurbanları kadınlar ve çocuklardır… Kadına karşı şiddet sivil gerginlik ve çatışmalar sırasında iyiden iyiye tırmanır. “Şimdilerde kadın olmak çatışmada asker olmaktan daha tehlikeli”, diyor eski BM Barışı koruma Operasyonu sorumlusu General Patrick Carnment…
Fakat iklim değişikliği çatışmaları tek başına kızıştırmaz. 2010’da, Afrika’da Ulusal Bilim Akademisi Müzakereleri (PNAS) tarafından yapılan bir şiddet/savaş çalışması, iklim değişikliğinin toplumları etkileme biçiminin kültürel, ekonomik ve yerel politik dinamiklere bağlı olduğuna işaret ediyor.
PNAS’ın yaptığı çalışmalar gösteriyor ki Afrika ülkelerinin sivil huzursuzluk ve şiddetli çatışmalardan bu kadar derin etkilenmesinin esas nedeni; IMF, Dünya Bankası ve benzer faktörlerce dayatılan neoliberal kapitalist reformların etkisi altında toplumsal dokularının ne derece çözülmekte olduğu gerçeği…
“Gelişme, ilerleme” getirmek şöyle dursun; Afrika’yı talancı küresel ekonominin içine entegre etme çabaları onun toplumlarını felakete sürüklemiştir. Nasıl mı? Bebek ölüm oranlarını tırmandırarak, eşitsizlikleri genişleterek ve bölgesel devletleri devam ettirilemez borçların içine atarak… Neoliberal yeniden yapılandırma, etnik ve kabileler arası düşmanlıkları kızıştırarak ve toplulukları yerlerinden ederek az gelişmiş ülkelerde yeni bir savaş ekonomisi yaratmış durumda. Devamında gelen toplumsal çöküşler bir şeylere anlam, açıklık getirme adına insanların geleneklere, kimliklere ve mitlere sarılıp aşırılıkları yeniden diriltmelerine izin veriyor. Bunun karşılığında bir kez daha en fazla yaralanma potansiyeli taşıyanlar özellikle kadınlar ve çocuklar oluyor. Bu durum kendini zorla evlendirilme, kadın sünneti, töre cinayeti ve bunun gibi kültürel onaylı cinayetlerle gösteriyor.
Tecavüz, bir nevi piyasanın işine geliyor
Bu karışımın içinde küresel küçük silah ticaretinin rolü merkezi bir noktada. Küçük Silahlar Üzerine Uluslararası Eylem Ağı kadın grubu koordinatörü Sarah Masters, küçük ve hafif silahların artarak yaygınlaşması olmadan dünyanın çatışmalarının büyük bir çoğunluğunun kadın istismarı ve kadına tecavüz olması nerdeyse imkânsız olurdu. Küçük silahlar sadece tecavüz ve diğer cinsel istismarların önünü açmaz, aynı zamanda kaçırma, zorla köleleştirme ve rızadışı seks işçiliğine de izin verir.
Fakat silah ticareti Batı-yönetimli endüstriyel silah kompleksine zengin seçkiler sunar. Dünyanın en büyük küçük silah ihracatçıları Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Almanya, Avusturya, İsviçre, Rusya, Fransa, Belçika, İspanya’dan oluşuyor. Yıllık toplam küçük silah ticareti değeri yaklaşık 8,5 milyar dolar…
Bu aslında yılda yaklaşık 395 milyar dolarlık gelir sağlayan en büyük şirketlerin olduğu daha genel bir silah ticaretinin sadece bir kısmı. Irak ve Afganistan’daki büyük müdahaleler bu tarz savunma anlaşmaları karını fırlatmış durumda. Genel olarak Amerikan firmaları, birinci sırada Lockheed Martin, ikinci sırada Boeing’in ve onu takiben de Britanya’nın BAE Sistemlerinin geldiği en büyük 100 şirketin bütün satışlarının neredeyse yüzde 60’ına sahip.
Fakat savunma şirketleri nakit olarak tavan yaparken, zemindeki etkileri tahrip edici: Bu neoliberal kapitalizmin kısır döngüsünden başka bir şey değildir. Dünya Bankası ve IMF reformları toplumları yerlerinden ediyor ve ülkeleri yabancı yatırımcılara açıp, silah şirketleri ite kaka dünyadaki kaosun bütün taraflarına öldürücü silahlar pazarlamaya çabalarken aslında çatışmaları beslemekten, büyütmekten başka bir şey yapmış olmuyorlar. Bu arada bir taraftan da kadın istismarı ve tecavüzler hızla yayılıyor. Bütün bu meseleyi daha da kötüleştirense kadına karşı şiddetin, savaşın, kaosun dışında da yaygın olması. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2013’te dünya çapındaki kadınların yüzde 35’inin ya bir yabancı ya da tanıdıkları birinden fiziksel ya da cinsel şiddeti en az bir kere deneyimlediklerini açıkladı. Bir ilişki içinde bulunmuş dünyadaki her üç kadından biri de partnerinden fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş oluyor.
Cinsiyetli iktidar
Erkekler tarafından kadınlar üzerinde uygulanan bu ezici asimetrik şiddet göz önünde bulundurulduğunda, dünya genelinde birçok temel ruhsal sağlık meselesinin kadınlar üzerinden abartılı bir biçimde yansıtılması da pek şaşırtıcı değil. Mesela; depresyon, erkeklere kıyasla kadınlar arasında iki kat daha yaygın görülen bir durum.
İngilizce konuşan Batı dolaylarındaki epidemolojik çalışmalar gösteriyor ki bu durum önde giden “bencil kapitalist” devletlerde daha da alevlendiriliyor. Bu ülkelerdeki ruhsal bozukluk oranları başka yerlerle kıyaslandığında rekor seviyelerde ve yine en fazla “rahatsız” olanlar kadınlar erkeklere oranla. Bu ülkelerde erkekler 2,5 kat daha fazla madde bağımlılığı rahatsızlığı yaşarken, kadınlar depresyona yüzde 75 daha eğilimli ve onların kaygı bozuklukları gibi durumları deneyimlemeleri yine yüzde 60 daha olası.
Oxford Üniversitesinde Klinik Psikolog Prof. Daniel Freeman’a göre; kadınların depresyon ya da uyku problemi gibi “içsel” problemler diye adlandırdığımız rahatsızlıkları yaşamaya daha çok eğilimli olduğuna dair bir kalıp algı var. Onlar sorunları üzerlerine alıyorlar, olduğu gibi. Öte yandan erkekler öfkelerini yansıtabilme, alkol alma ve bunu gibi birtakım yollarla çevrelerine, dışarıya bırakarak sorunları dışsallaştırabiliyorlar. Bu tarz belirgin ruhsal eril bozukluklarının ateş hattında duranlarsa genellikle kadınlar.
Ruhsal sağlığa ilişkin bu cinsiyet ayrımı açık bir şekilde kadın erkek arasındaki etnik ve sınıfsal sınırlarla daha da kötüleştirilmiş temel güç ayrılıklarının bir yansımasıdır. Medeniyet krizinin hangi tarafına baksak kadınlar orada en fena sonuçların ağırlığı altında ezilenler oluyor. Bu da gösteriyor ki patriyarka kendi başına bir kanser gibi endüstriyel medeniyeti tamamen tesiri altında bırakan, kemikleşmiş ve kendi kendini güçlendiren psikolojik bir hastalık adeta.
Tüm bunlara cevaben daha fazla cinsiyet eşitliği için yapılan çağrılar elbette iyi, hoş. Fakat attıkları adımlar, yürüttükleri çalışmalar çoğunlukla – iyi niyetli olsalar da kimi durumlarda- bu eşitsizliğe dair patriyarkanın sadece yerel, politik, ekonomik ya da kültürel yapılarda değil küresel manada da sistematik köklerinin olduğunu kabullenme konusunda noksan. Zengin ya da fakir fark etmeksizin, dünyanın neredeyse her yerinde, toplumun her alanında karar alma aşamalarından ve kilit iktidar pozisyonlarından kadınlar sistematik bir biçimde dışlanıyor, marjinalleştiriliyorlar. Onlara karşı ayrımcılık kurumsal ya da doğrudan kültürde, medyada, sanatta, işe alımda, siyasette ve her yerde. Bu sadece kadınların zararına değil esasında; kadınların ekonomik marjinalizasyonu global ekonomiye yılda trilyonlarca dolara mal oluyor. Bütün bu yapıların bütünlüğü için büyük bir darbe.
Gezegensel mizojini (kadın nefreti) ile yüzleşme
Kadınların sistematik baskılanışları ve ötekileştirilmeleri uygarlık krizimizin rastlantısal bir sonucu değil; bu, küresel sistemin her tarafa yayılmış adaletsizliğinin temel ve ayrılmaz bir uzantısı. Kadınlara karşı bu küresel şiddet salgını en temelinde doğal dünyayı karşısına alan erkek egemen şiddet sistemiyle sıkı sıkıya ilintili. Tecavüzcü ya da istismarcı temelde doyumsuz bir zorbadan, tirandan, sadist iştahının kölesi olmuş ve kendini tatmin ederken yarattığı- verdiği acıyı zerre kadar önemsemeyen bir efendiden farklı değildir.
Kadına karşı şiddet nasıl bir şekilde iktidarla, egemenlik yoluyla kendini hoşnut kılmayla, kontrolle, aşırı egoist ve narsistlikle ve sonuç olarak da psikopatolojiye ramak kalmış bir empati yoksunluğuyla bağlantılanıyorsa; aynı şekilde doğaya karşı sistematik şiddetimiz de bununla ilişkilidir. Sonu gelmeyen maddeci büyüme uğruna gezegenimizin kaynaklarını sömürerek yağmalama yolunda küresel sistem, tıpkı ufacık bir azınlığın güç ve kâr elde etmesi için kaynakları tüketip, ekosistemi mahvettiği ve türleri yok ettiği gibi kadınlar üzerinde de asimetrik savaşına devam ediyor. Cinsiyet ayrımı sadece insanlığın doğayla arasına bir sınır çizmesinin ayna imgesi değil; hem semptom hem de bu doğadan haricilenme durumunun esas nedenidir.
Günümüz küresel kapitalizmi bazı kimseleri daha zengin ediyor olabilir, ancak daha fazla insanı daha yoksul ve mutsuz kıldığı aşikar. Öte yandan bu yüzyılın sonunda – en iyi bilimsel kafalarımızın ortak görüşüne göre- böyle gidersek büyük çoğunlukla yaşanması mümkün olmayan bir gezegen manzarası bizi bekliyor.
Sonuç olarak küresel sistem hata veriyor, ve “erkek işi” toplu ölümler, kadın cinayetleri, tecavüzler, istismarlar bu başarısızlığın merkezinde; bir başka deyişle, mizojini gezegen olarak çöküşümüzün ayrılmaz bir temel nedeni. Eğer gezegeni yaşatmak istiyorsak, patriyarka mutlaka ölmeli… Bu da hem Doğu hem de Batı’da, bizlere doğuştan bahşedildiğini düşündüğümüz iktidar yapılarının patriyarkayla iç içe olduğu gerçeğini bilmek ve sorumluluk almak almanına geliyor.
Kaybedecek başka vakit yok. Mizojini kazandığında, gezegen ölür…
***
The Ecologist internet sitesindeki Dr. Nafeed Ahmed’in “Patriarchy is killing our planet – women alone can save her” başlıklı yazısını Ezgi Aydın Korkmaz Gaia Dergi için çevirmiştir.
Başlık Görseli: Picasso