Bugün kırsala dönüşümün 1’inci yılı. Geçtiğimiz yıl, Mayıs’ın 24’ünde ayrıldım 10 yıl yaşadığım Ankara’dan. Yanıma pek bir şey almadan vardım çocukluğumun geçtiği Ortaca’ya. Aslında ilk başta bu yolculuk, işsiz kalacağım 3 ayı biraz kafamı dağıtarak geçirmek amacıyla çıkılmış bir yoldu. Öyle temelli yerleşmek gibi bir niyetim yoktu, ya da en azından böyle bir niyeti henüz zikretmiyordum. Madem 1 yılı doldurdum, artık yavaştan yaşadıklarımı yazmak boynumun borcu oldu diye düşündüm ve sizlere bu süreci birkaç yazıyla, mümkün olduğunca kısa kısa anlatmaya karar verdim. İlk olarak en çok yöneltilen soru üzerine başlayacağım. Sosyalleşme ve bunun sürdürülebilirliği.
Ankara’da küçük grubumuz Kırsala Dönüş içerisinde en çok konuştuğumuz konuydu bu. Kırsala dönmek isteyen insanların ilk aklına gelen sorun “Peki, ben orada kimle sosyalleşeceğim?” (hatta bana, orada “koli kesebiliyor musun” sorusu daha çok gelmiyor değil). İnsanlar bu konuda birbirinden farklı stratejiler izleyebiliyor. Bu stratejilerde en yaygın taktik yalnız gitmek yerine, şehirden bir veya daha fazla eş/dost/sevgili/yoldaş ile dönüşü gerçekleştirmek.
Ben bu yolu izlemedim, öylece çıktım geldim. Benim stratejim kendi avantajlarım üzerine kuruldu. Burası hâlihazırda benim doğup büyüdüğüm yer. Dolayısıyla bazı donmuş ilişkilerim mevcuttu. İlk etapta bu ilişkileri canlandırdım. Düğünleri, cenazeleri kaçırmadım. Hatta düğünlerde harmandalı oynayıp, cenazelerde eskiden olduğu gibi yavaş yavaş görev almaya başladım. Dediğim gibi işim kolaydı, yapmam gereken, insanlara kendimi hatırlatmak oldu. Tabii ki bunun bir faturası da olabilirdi, “çıkıntı” hayatımıza müdahale.
Bu konuda da yine nispeten şanslı bir coğrafyada bulunuyorum. Muğla’nın birçok bölgesinin toplumsal yapısı nispeten daha birey merkezli (ben bundan çok yakınırım aslında), bir de insanların sizi keşfetmesi için özel hayatınıza burunlarını sokmalarına gerek kalmadan siz kartları açık tutarsanız işler bir nebze daha rahatlayabiliyor. Sonuçta insan sayısının daha az olduğu yerlerden söz ediyoruz ve aslında insanlar birbirlerini tanımaya daha istekli. Çekinmeyin bu isteği doyurun!
Yerel toplumsal dinamikleri bilmek ve yer yer doğru konumlanmak da önemli bir husus olabilir. Ben tahtacı, hatta tahtacıların alt kollarından biri olan enseli toplumu içerisinde yaşıyorum. Toplumun sözlü tarih ve kültürüne mümkün mertebe vakıf olmaya çalışıyorum. Ama sadece kendi yaşadığım toplumun değil, diğer yerel toplulukların kültürel özelliklerini de “bir yabancının sahip olması gerektiği kadar” öğrenmeye özen gösteriyorum. Bu sadece kendimi “korumak” için bir metot değil, birlikte bir şeyler yapabilmek, ayrımcılık ve diğer tahakküm mekanizmalarına karşı etkileşimde olabilmek için kazanmaya çalıştığım bir donatı. Küçük bir anı ekleyeyim araya. Lisede yukarı köylerden gelen bir arkadaşımın büyük babaannesinin kireçlenme için özel bir krem yaptığını duyunca öğrenmeye çok heveslendim. Sağ olsun arkadaşım bir hafta sonu beni köyüne götürdü. Yolda giderken “Siz babaannelerinize gocagız / gocaman diyorsunuz, bu bizde küfürdür, biz ebe deriz” dedi. Belki de bu bilgi sayesinde o gün köyde büyük babaanneyle güzel bir muhabbet tutturduk ve ilacı bana öğretmeyi kabul etti. Küçücük kültürel nüanslar bazen büyük kapıları açabiliyor/ kapayabiliyor.
Etkileşimi arttıran bir diğer nokta da bence öğretmeye açık olduğumuz kadar öğrenmeye de açık olmak. Bu mantık hayatımın ana aksını oluşturuyor olabilir. Sistem bize hep eğitim ve tek taraflı aktarım yöntemlerini kullanmayı öğretti. Okul, televizyon, bildiri, gazete, propaganda vesaire vesaire. Özellikle modernizm bütün bilgi aktarım yollarını hep bu mantık üzerine oturttu. Dilimiz de metodolojimiz de buna çok alışık. Halbuki etkileşim her zaman iki taraflı bir olgu. O seni yontmuyor veya sen onu yontmuyorsun. Karşılıklı olarak köşelerimizi yuvarlıyoruz. İlkesel olarak hiçbir şeyden taviz vermek zorunda değiliz bu süreçte. Sadece o ilkelerin farklı yansıma ve var olma biçimleri olabileceğini görmemiz gerekiyor. “Alemin ekolojisti” olarak döndüğümüz kırsalda “marul bostanının ekolojisti” Fatma’nın perspektifine o kadar muhtacız ki. Hele gönlümüzü bir indirelim, o da alemi görmeyi illaki istiyor emin olun.
Hadi en sonunda itiraf edeyim ama. En yakını 20 km uzaklıkta da olsa çevrede eski birkaç dostumun olması büyük bir rahatlama aracı. Harmandalı, Kerimoğlu nereye kadar. İnsan arada dostlarıyla bir California Sunshine’da dans etmek, karışık kavramsal konularda azıcık tartışmak istiyor. Ne bileyim, insan arada paradigma, partikül, ejekülasyon gibi kelimeler de kullanmak istiyor işte. O yüzden var olsun dostlar, arkadaşlar. Hem yakındakiler hem de gönlü yakında mekânı uzaklardakiler. Bu bir yılda onlara çok şey borçluyum, dostların sayesinde dünya daha güzel.