“İnsan hep başkalarına karşı savundu kendini. Başka insanlara, doğaya karşı… Durmadan doğaya karşı güç kullandı. Sonuç: güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil! “
Offret – The Sacrifice, Andrei Tarkovsky (1986)
İskoç ressam Lucy Campbell, çocukça imgeleri ve “vahşi doğanın” sembollerini kullanarak eşsiz çalışmalar ortaya çıkarıyor.
Campbell, “hem insanın hem de hayvanın korunmasını ve iyileştirilmesini resmediyorum” dediği çalışmaları için şunları söylüyor:
“Dünya’da birçok bağlantı kopuklukları görüyorum. Özellikle doğayla olan ilişkilerimizde ama aynı zamanda birbirimizle ilişkilerimizde de bu kopukluk mevcut. Benim amacım bu bağlantıdan konuşmadan söz etmek.”
Özellikle hiyerarşinin ve kapitalizmin gelişimiyle kendimizi doğanın yöneticisi olarak görerek, insanlığı merkeze alarak, doğaya karşı her türlü talanı meşru gördük. İnsan, gün geçtikçe teknolojiyi faydalı üretimden ziyade tahribat için kullanır oldu. Orman kıyımları, hidroelektrik santraller, denizlerin bütün çöplüğü kendini içinde öğüten bir düzenekmiş gibi kullanılması, “kentleşme” adı altında yaşam alanlarını harap etme…
Kedi ve köpekler pet shoplardan satın alınan birer meta; “etinden sütünden yararlanılabilen” hayvanlar birer sanayi ürünü; ayılar, kurtlar, tilkiler görüldüğü yerde derhal öldürülmesi gereken birer canavar, ancak tüylerinin ihtişamıyla insanları “yüceltecek” nesneler olarak görüldü…
Unutulmaması şart olan bir gerçeklik var ki doğa; bir hammadde, bir araç değil, yaşanabilir bir toplum için asıl amaçtır. Doğaya tahakküm ile erkeğin kadına, egemen kimliktekilerin başka kimliktekilere, “üst sınıfın” “alt sınıfa”, ebeveynlerin çocuklara, özcesi insanın insana tahakkümü birbirinden bağımsız değildir. Bir diyalektik söz konusudur. Carol J. Adams‘ın da dediği gibi: “Bütün canlılar özgür olana kadar; yani kötü muameleden, aşağılamadan, sömürüden, kirlenmeden ve ticarileşmeden kurtulana kadar hiçbir canlı özgür olmayacak.”