“Tarih tekerrürden ibarettir” denir. Kısırkaya toplama kampı ile ilgili haberleri işittiğim anda da aklıma aynen bu cümle geldi. 105 yıl önce gerçekleştirilen Sivriada köpek katliamına “modern” bir yaklaşım olarak bugün önümüze Kısırkaya Toplama Kampı sunuluyor.
2010 yılında, katliamın yüzüncü yılında Ermeni asıllı Fransız yönetmen Serj Avedikyan’ın Hayırsız Ada (Chienne d’Histoire) isimli animasyon filminin yayınlanması, ödül alması ve hemen ardından Türkiye medyasına düşmesiyle haberdar olduğum tarihin kirli sayfaları arasına bir asır boyunca gömülü kalmış olan bu acımasız eylem hakkında bilgilendikçe açıkçası tüylerim diken diken oldu. Filmi yazının sonunda izleyebilirsiniz.
Asırlardır hoşgörüsüyle övünen bir toplum olmamıza rağmen bu savunmasız varlıklara neden böyle bir vahşetin yapıldığına akıl sır ermiyor. Döneminde “Mahlukat Meselesi” olarak anılan olaya öncelikle 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde çözüm getirilmesi için İstanbul genelindeki tüm sokak köpekleri toplanmış ve Sivriada’ya götürülmüştü. Halkın bunu uğursuzluk olarak görmesi ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanıyla bağdaştırması sebebiyle köpekler geri İstanbul’a getirilmişti. Ancak “mesele” olduğu gibi kaldı. Kısırkaya Kampı da bu durumun halen sürdüğünün bir kanıtıdır aslında.
Tarihimize dönecek olursak, zaman 1910 yılını gösterdiğinde dönemin İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Suphi Bey kapanmamış olan Mahlukat Meselesi’ni tekrardan ele alıp kesin bir çözüm bulma kararı alır. İstanbul genelindeki sokak köpekleri tekrardan acı bir kaderle karşı karşıya geleceklerdir. Çözümü ise tekrardan Sivriada’da bulur. Vahşi bir biçimde 80 bin sokak köpeği toplanıp kaderleriyle yüzleşecekleri adaya götürülüp terk edilirler. Bir ara bilgi vermek isterim burada; bahsi geçen ada ıssız bir adadır, yani ne yiyecek ne de içecek kaynağı vardır.
Köpeklerin toplanma işlemine ise Pierre Loti şu sözlerle değiniyor:
“Kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen, katliamların en iğrencine mahkûm edildiler. Hiçbir Türk, Hilâl’e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler, işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar, zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından ya da kuyruklarından yakalıyorlar ve onları rastgele kan revan içinde Hayırsızada’ya (Sivriada) götürecek olan mavnalara atıyorlardı.”
O dönemde yaşayan İstanbul sakinlerinin anlattıklarına göre gece veya gündüz demeden yıl boyunca köpeklerin uluma sesleri ve çığlıkları duyulmuştur. Köpekler açlıktan birbirlerini parçalayıp yemiş, susuzuluktan can vermiş veya adadan kaçmaya çalışırken Marmara Denizi’nin soğuk sularında boğularak can vermişlerdir.
Dönemin Fransız gazetecilerinden biri adada gördüklerini şöyle dile getiriyor:
“Köpeklerin büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede, beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar… Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmaya çalışıyorlar. Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyor. İşittiğimiz feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi. Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya.”
Tarihimizin acı tekerrürlerden ibaret olması kadar içimizi burkan başka bir gerçek daha olamaz. 19’uncu yüzyılda olduğu gibi 1910 yılı katliamında da aynı olaylar tekerrür ediyor. Osmanlı halkı bu defa da imparatorluğun bölünmesini ve 1912 yılında gerçekleşen İstanbul Depremi’ni köpeklerin adaya atılmasına bağdaştırıyor ve bu olayları “Allah’ın Gazabı” olarak nitelendirip adada sağ kalan köpekleri şehre geri döndürüyorlar.
Günümüze gelelim. Açıkça belli oluyor ki bazı kişilere göre “Mahlukat Meselesi” halen çözümlenmemiş bir olay. Kısırkaya Kampı meselesinin de bu sebeple bağdaşır yanları vardır. Toplama kampına “Bakımevi” sıfatının yapıştırılıp orada barınacak 20 bin köpeğin bilimsel deneylerde kullanılacağı gerçeği açıkçası bana mutlu bir hayat yaşayacaklarını anımsatmıyor. Kampa herhangi bir şekilde ulaşımın olmayacağı durumu da bu olayı destekler nitelikte. Sonuçta Auschwitz Toplama Kampı’nın (Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı) da, tutukluların getirildiği tren yolu harici, kara yolu ulaşımı yoktu. Tesis içerisinde bulunan yakma odaları da insanda pozitif bir izlenim yaratmıyor. Bir bakımevinde neden yakma odası olur ki? Veya penceresiz betonarme odalar neden?
Anlaşıldığı gibi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü bu proje hayvan katline getirilmiş “modern” bir bakış açısından başka bir şey değildir. Günümüzün teknolojik imkanları düşünüldüğünde ise; bu defa inlemelerin, çığlıkların ve acının yerini sadece İstanbul sokaklarının sessizliği alacaktır. Yüzyıllardır birlikte yaşamlarımızı sürdürdüğümüz hayvan dostlarımız vahşice bizden koparılacak ve “insani” menfaatler doğrultusunda hayatları ellerinden alınacak, acı çektirilecek ve taciz edilecektir. Bu tesis İstanbul’un göbeğinde yapılacak bir umarsızlık ve vahşet emsalinin temsili olacaktır.
Doğaya, doğada barınan canlılara ve çevremize “dadılık etmeyi” bırakıp onların seslerine kulak vermemizin zamanı geldi de geçiyor bile. Bu noktada “dadılık” edilmesi gereken bir canlı varsa bu, biz insanoğlundan başkası değildir. Sesi olmayanların sesi olmanın vaktidir artık! Farkında olmadan kendi gezegenimizin geleceğiyle oynuyoruz ve bunun sonuçları hiç şüphesiz insanoğlu için felaket niteliğinde olacaktır.
Kapak Görseli: Görkem Emir