Edebiyatımızda yeni ve capcanlı bir dönem kendini yavaş yavaş belli etmeye başladı. Zaten iyi ve yeni şeylerin özellikle edebiyat alanında birdenbire gerçekleştiği nerede görülmüş(!)? Tüm devrimlerin, yeniliklerin, değişimlerin ardında on yıllar var. Kaç on yıl var dersiniz, değişimleri belirgin kılıp, yenilikleri ortaya çıkarmaya yetecek kadar diyebilirim kesinlikle.
Can Yayınları tarafından yayımlanan bir Onur Akyıl kitabı olan Proleterler İçin Patafizik Dersleri geçtiğimiz aylarda kitapçı raflarındaki yerini aldı. İyi ki de aldı. Hayallerle gerçeklik arasında gidip gelen, anlatım açısından bambaşka bir zemine oturan, devrimleri ve değişimleri bizlere hatırlatmada gayet cesur bir hikaye ile karşı karşıyayız. Kara ve aynı zamanda kızıl bir roman Proleterler İçin Patafizik Dersleri. Merak ettiniz değil mi; Proleter ne demek, Patafizik ne anlama gelmekte?
Hikayemizin bir anlatıcısı var. Anlatıcının saatçi dükkanına getirilen guguklu bir saat, o saatin içinden çıkan küçük adam Ulyanov, Ulyanov’u yutan akıllı kedimiz Mihail var. Cazibeli dişi kedimiz Rosalia var bir de; saatçi dükkanına çırak olarak gelen Lev’i de unutmadan yazayım.
Proleterler İçin Patafizik Dersleri eski ve dürüst olana dönüş ve aynı zamanda Onur Akyıl’ın yayınlanmış kitapları arasında bir ilk roman olarak karşımızda. Romanı alıp okuyun lütfen. Bu söyleşiyi de tabii. Çünkü edebiyata dair, şiire dair, eski ve dürüst olana dair konuştuk da konuştuk. Çok güzel bir söyleşi oldu.
Guguklu saat çalmakta. Buradan buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Proleterler için Patafizik Dersleri kitabınızdan geriye doğru gittiğimde sizinle ilgili en dikkatimi çeken şey, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı Dramaturgi Eleştiri Ana Bilim Dalı’ndan mezun olmanız. Mezuniyet teziniz ise “Bernard Marie Koltes Oyunlarında Tematik Bağdaşım” üzerine. Onur Akyıl’ın sanat dallarına (Tiyatroyla, Dramaturglukla, Edebiyatla) ilgisi ilk ne zaman başladı? Çocukluk veya ilk gençlik yıllarında mı ilgi duymaya başladınız?
Onur Akyıl: Jack London ve Georg Sand’la tanıştığımda ilkokul iki ya da üçteydim, sarılık olmuştum ve bir ay okula gitmemiştim. Evde oturup, hasta ziyaretine gelenlerin getirdiği kitapları okumaya başladım. Sonra sünnetimde de ne tuhaftır ki herkes kitap getirdi; altın falan takıldığını anımsamıyorum. Eh, bana yine yattığım yerde okumak düştü; İlter Sağırsoy, Mehmet Çağçağ, Cihan Demirci gibi isimler bu dönemin okunan isimleriydi. Sonra ortaokulda siyasi meraklar başladı; yaşadığımız bölge yoğun siyasi faaliyetlerin olduğu bir yerdi. Adnan Yücel’den, Vedat Türkali’ye birçok şey geçti o dönem elime. Yine o dönemin anarşist yayınları; örneğin Ateş Hırsızları mutlaka aldığım bir dergiydi. A-Politika falan. Bir de ortaokul Türkçe öğretmenimiz haftada bir saat okuma saati yapıyordu; o derste de Işıl Özgentürk falan okuyordum. Birçok siyasi dergiyi alıyordum. Mumcu öldürüldüğünde onun kitaplarına baktım; Ferhan Şensoy’un Afitap’ın Kocası İstanbul’u yine bu dönem zihnime kazınan kitaplardan biriydi. Sonra tiyatroya gitmeye başladım. Tek başıma gidiyordum, aşağı yukarı o dönem bütün oyunlara gittim. Lise döneminde iş çığırından çıktı zaten; ara tatillerde ya da yaz tatillerinde şehre dönen üniversiteli abilerle yarışmak için sohbetlerde adı geçen her kitabı almaya, her yazar adını araştırmaya başladım. Haliyle sonra da bir daha düzelemedim… Örneğin Karl Jaspers / Felsefe nedir?, Yılmaz Odabaşı’lar, Stalin / Seçme Yazılar, Sadun Aren / Tip Olayı, Sait Faik’ler, yine bir sürü süreli yayın… Bir de mesela o dönem yaşadığımız şehrin kütüphanesine gidip, Alevi dergilerindeki deyişleri ya da deyiş biçiminde yazılmış şiirleri okurdum, çok hoşuma giderdi. O dönem önemsediğim ama sonra büyüdüğümde tanıştığım ve şimdi benim için hiçbir değeri olmayan bir sürü başka isim de var. Bir de işte ilkokul dörtteyken aldığım kompozisyon ödülü Muzaffer İzgü / Bülbül Düdük var; Muzaffer İzgü ile de böyle tanıştım ve dönem içinde yayımlanmış bütün kitaplarını okudum; Devletin Malı Deniz’e bayılmıştım. Gerisi de kendiliğinden geldi…
-Dramaturgluk bir metni, metinde geçen o hikayeyi bir atomun parçalarına bölmesi gibi böler. Çok soru sorar. Alınacak olan cevaplardan ziyade merak etmek daha önemlidir. Katılır mısınız buna? Aslında sormak istediğimi dramaturgluk sizi nasıl besledi? Özellikle yazar tarafınızı ifade ediş biçiminizde yardımı dokundu mu dramaturgluğun?
Onur Akyıl: Açıkçası dramaturgluk meselesine pek haiz olduğumu iddia edemem; okuldaki çalışmalar dışında üzerine eğildiğim bir konu olmadı. Fakat mesele bir metnin ne anlattığını anlamak, herhangi bir okurdan daha derin kavrayabilmekse, burada benim de üzerine biraz konuşabileceğim bir şeye dönüşür dramaturgi. Yine de bakınca, benim açımdan ister istemez sahneyle ilgili bir şey gibi görünüyor, öyle kodlanmış nedense; okulun etkisi olabilir. Tiyatro bölümünde de üstünüzde böyle bir etkinin kalmasından daha doğal bir şey yoktur herhalde. Ama besleme meselesini dillendirebileceğim yer elbette çok okumayı, daha çok okumaya çevirmesi oldu diyebilirim. Merak, merak, merak ve giderek artan daha çok merak… Buradan da anlaşılacağı üzere, size katılıyorum. İfade ediş biçimimi, romanlara ve teorik kitaplara borçluyum, ben öyle düşünüyorum. Romanlar bana burada şunu söylemelisin, teorik kitaplar da şöyle söylemelisin diyor…
-1999 ilk şiiriniz yayımlandı. Şiirleriniz ve şiire dair yazılarınız bulunmakta. Dramaturglukla ilgili sorduğum soruyu burada da soracağım. Şiir ne anlam ifade ediyor sizin için? Yazarlığınızı nasıl besledi?
Onur Akyıl: Ben şiirin taşıyıcılığına sığınmak için şiirle uğraşmadım; şimdinin hap sanat ürünü şiire… Biz şiirle tanıştığımızda (seksen sonu, doksan başı), yukarı da değindim Adnan Yücel geçmişti ilk elimize, ülkede ardı ardına boy veren siyasi sıkıntılar vardı; hep öyle evet ama benim demek istediğim, henüz benliğimiz oluşma aşamasındaydı ve şiirin bir sanat meselesi değil, politik bir yöntem olduğunu öğrenmiştik. O ilk gençliğimizde kimse manita yapmak için, adam yerine konmak için, ünlü olmak için, bilmem ne için şiirle ilgili değildi. Gördüğümüz oydu ki şiir yüksek sesle politik bilinç yaymaktı; sola meyl eden her çocuk gibi bizim de işte ‘abilerimiz’, ‘ablalarımız’ vardı ve onların hiç kısık sesle şiirle ilişki kurduğuna tanık olmadık. Dövüşmeden önce söylenen sözdü şiir, son halkasıydı kavgaya girmenin. Adnan Yücel, Telli, Hasan Hüseyin diye gidiyorduk, Nâzım’ın yüceliğinin henüz farkında değildik, parçalar biliyorduk ondan. Sonra Nâzım’ı baştan sona ele aldık, derken takip ettiğimiz süreli yayınlara şiir dergileri de eklendi. Farkındaysanız burada ben diyemiyorum, çünkü bizdik o dönem; o dönem ben pek yoktum, her şey arkadaşlarlaydı. Çok güzeldi. Sonra insanlar ben demek için sömürdüler şiiri; doksan sonlarının edebiyat tarihimize attığı büyük kazıktır bu. Fakat bu kazık bize de değdi, tamam girdi; ben demeye meyl etmeye başladık. Şahsi acının pek mühim bir şey olduğu aptallığına düştük; toplumun parçalandığına ve insanın yalnızlaştığına dair yanılsamalardan geçtik. Süsün gözü kandırdığını kavrayamadık… Bir hesaplaşma evet; hatta can yakan bir itiraf. Çünkü biz 93’te, okuldan kaçıp, Sivas eylemine giden çocuklardık. Metin Altıok’u, Behçet Aysan’ı atıp tutan eleştirmenlerden değil, adları anıldığında ‘Yaşıyor!’ diye bağırarak tanımıştık. Sanırım yeterince açık; yazarlığımı böyle besliyor şiir. Mühim biri olmamı değil, unutmamamı sağlıyor. İlk gençliğinde çocuklar, hiçbir şairin adını ölüm ilanlarından öğrenmesin, hiçbir şairin yakıldığını duymasın / okumasın diye verilen bir emek var; bu işte, tam olarak bu, bunu ifade ediyor benim için şiir.
-Yanlış bilgilendirme olursa düzeltin lütfen. Vietnam Mektubu, Unutacak Kimse Yok, Yalnızlık Yengen Olur şiir kitaplarınız. Öykülerinizi ilk topladığınız kitap Dün Gece Çok Gençtim. İkinci öykü kitabınız İmparator ve Köstebek. İlk romanınız Proleterler İçin Patafizik Dersleri. Şiiri apayrı bir evren, edebiyatın bir türü olarak görmedim hiçbir zaman fakat soruyu bir bütün olarak sormak adına çok üretken bir yazar-şairsiniz. ‘İfade etmekten’ bahsedecek olursak hangisinde daha iyi ifade edebiliyorsunuz aklınızdaki meseleyi, mevzuyu, kendinizi?
Onur Akyıl: Vietnam Mektubu, Unutacak Kimse yok, King şiir; Yalnızlık Yengen Olur, Dün Gece Çok Gençtim, İmparator ve Köstebek öykü, Proleterler için Patafizik Dersleri roman. Efendim bu sorunuzu, kısa olacak belki ama şöyle yanıtlayayım, bunların hepsini başka bir insan yazdı; evet, hepsi benim adıma ve tarihime sahip olan başka başka benler… Bunu neden söylüyorum, sevgili Sennur Abla ( Sennur Sezer) bana, ben yirmili yaşlarımın başındayken şöyle demişti: ‘Sadece yazarken yazarsın, şairsin. Onun dışında herhangi birisin. Biz hep böyle olacağız, unutma’. Hiç unutmadım. Tekirdağ’da bir öğrenci evinde söylemişti bana bunları. Onu çok özlüyorum, özlüyoruz. Telefonda sesini duymak bile dinç tutardı bizi. Kısacası ve açıkçası insan bazen olumlu anlamda da yabancılaşabilir. Anlatmamanız icap eden mesele, size en uygun ‘ben’i çağırır; o gelenle birlikte, oturur ve yazarsınız.
-Proleterler İçin Patafizik Dersleri. Olay bir saatçi dükkanında geçiyor. Bir anlatıcımız var, bir de kedimiz Mihail. Ve bir takım biçim değiştirmiş garip olaylar silsilesi var. Kitabın ismi Zamanlama Dükkanı veya Mihail’in Saatleri olsaydı yukarıdaki gibi bir özetle anlatabilirdim romanı. Fakat daha kitabın ismiyle beraber biçim olarak çok farklı, yeni ya da en azından yeni bir şeyler denenmek istenmiş bir romanla karşı karşıya olduğunuzu düşünmeye başlıyorsunuz. En azından şunu düşündüm bir okuyucu olarak; “Proleter, Patafizik ne ki veya neydi; bir bakayım” Kitabın ismini Proleterler İçin Patafizik Dersler koymanızdaki düşünce neydi?
Onur Akyıl: İnsanları şimdinin edebi biçimleriyle, geriye dönmeye çağırmak istedim; eski ve dürüst olana. Bunun da en sağlıklı yolu üst gerçekti. Çünkü üst-gerçekçiler deliydi ama komünistti.
-Yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde, romanın ismini böyle koyarsam okuyucuyu ürkütür müyüm; kitap alınır mı yoksa alınmayabilir mi okuyucu tarafından gibi bir endişeniz oldu mu? Ki bir okuyucu olarak benim hemen ilgimi çekti mesela. Garip denecek kadar merak uyandıran bir tarafı da var romanın isminin, aynı konusu gibi
Onur Akyıl: İnsana bırakacağımız iz, okura bırakacağımız izden önemli. Bu şu demek, kitap alınır, alınmaz, satılır, satılmaz ama gün gelip, dönüp bakıldığında kesinlikle ‘ bu kitap bir şey söylemeye çalışmış’ denecektir. Belki haklı bile bulunur… Öyleyse bu geleceğin meselesi; öyle sanıyorum. Kitabın adında bir yönelme durumu var, adı bu yüzden ilginç gelmiş olabilir. Bana kalırsa varlığım tüm halleri proleterdir, bu elbette çok daha uzun bir tartışmanın konusu ama benim kanaatim bu yönde.
-Biçim değiştirmiş insanlar, hayvanlar, biçim değiştirmiş bir mizansen, nesneleri farklı biçimlerde ele alma, rutini ortadan ikiye bölen düşsel bir zaman dilimi yaratma. Proleterler İçin Patafizik Dersler bu anlamda ismiyle müsemma bir kitap olacak her şeyden önce. Saatçi dükkanına iki garip kişi tarafından bırakılan bozuk bir saat söz konusu. Bırakılan saatin içinden minik ve öfkeli bir adam Ulyanov çıkıyor. Ulyanov kendini anlatmaya çalışırken kedimiz Mihail tarafından yutuluyor. Sonra dükkanda işe başlayan çırak Lev olaylara dahil oluyor. Mihail’e eşlik eden cazibeli başka bir kedi, Rosalia var. Anlatıcımız uyuyor, uyanıyor ve zaman aynı yerde duruyor. Patafizik anlatım edebiyata çok yakışıyor bence. Katılır mısınız? Patafizik, edebiyatla birleştiğinde heyecan verici bir anlatıma dönüşüyor.
Onur Akyıl: Evet; buna katılmamak mümkün değil. İnsanlar şaşkınlıkla çalışan varlıklar birazda; zihinlerindeki şeyleri kırmanın bir yolunu bulmak icap ediyor. İnsani mekanizma emperyal-kapital algı ve gelişim sayesinde zaten yeterince tuhaf işliyor ama bu tuhaflığın kalıcı hale gelmemesi için emek vermemiz gerekiyor. Bu noktada tıpkı hastalığı alt etmek için vücuda mikrop verilmesi gibi, aşı gibi yani, bazen sevmediğimiz yöntemleri de belli bir dozda kullanmamız gerekebilir. Bu pek de kötü bir şey olmasa gerek.
-Roman kişileri ve bu kişilere seçilen isimler de ilginç. Çırak Lev söz konusu olduğunda Tolstoy’u zikrediyorsunuz. Ulyanov, Lenin olabilir mi? Mihail kim aslında? Yanlış bir eşleştirme yapmak istemem o yüzden sizden rica edeceğim, metinler arası paslaşmayı sağlamak ve anlatımı ağırlaştırmamak adına (uzun uzun anlatmak yerine) böyle bir yöntem kullandınız mı?
Onur Akyıl: Hepsi, metindeki tüm isimler ve isimsiz zikredilenler gerçek kişiler. Ama kim, kimdir bunu söylemek bence pek doğru olmaz. Fakat şu kadarını söyleyeyim, ilk atışlar isabetli olmayabilir. Davranış, olaylar karşısındaki tavır ve eylemlere bakıldığında zaten hangi ismin kimi imlediği anlaşılıyor rahatça. Evet, bir yöntem olarak böyle bir durum var romanda.
-Roman boyunca on tane ders var. Bu derslerde bir tür kafa tutma var. Öğrenilenlere, bir zamanlar canı gönülden inanılıp artık inanılmayan şeylere(Devrimlere mesela ve devrimlerin sloganlarına) karşı yeni bir söylem var. Mesela alıntılamak isterim; “Sabah Mihail’le birlikte evden çıkarken dünyanın neden bir anlamının olmadığına dair büyük bir aydınlanma yaşadım. Kapıyı açtım ve yaşadığım yerden, sadece benim olan alandan çıktım ve kapıyı kapadım. Tam olarak mesele bu olabilirdi; tam olarak mesele buydu. Mihail birçok başka zamanda, birçok başka kapıya sürtündüğü gibi evin, az önce kapamış olduğum kapısına da sürtündü.” Yani rutine karşı düşsel bir zamanda değişimler kırılmalar yaşanıyor evet fakat aynı zamanda bir uyanış da var. Fark etme hali var. Ne dersiniz?
Onur Akyıl: Efendim esasen konu son derece açık; yüklerimizden kurtuldukça rahatlayacağız, insan olacağız, canlı olacağız. Daha önce bir söyleşide de dediğim gibi: Eğer bir ırmak kendi halinde akarken, hangi değeri yalnızca kendi varlığıyla üretiyor kavrayabilirsek, dünya çok güzel bir yer olacak. Her şey o zaman güzel olacak. Bir uyanış varsa, sanırım bu.
-Birçok türde kitaplar yazmış ve bir okuyucu kitlesi de olan Onur Akyıl zaman içinde nasıl değişti? Değişti mi ya da? Bu anlamda Onur Akyıl’ın rutinleri ve bu rutinleri kırmak için yaptığı şeyleri, patafizik evrenini de merak ediyorum.
Onur Akyıl: Değiştim elbette, şimdi çok daha sıradan biriyim. Birçok insan gibi ben de ilk şiir kitabım çıktığında ya da şiirle ilgili bir şey yaptığımda kendimi şair zannediyordum. Artık kendimi hiçbir şey zannetmiyorum. Övünebileceğim tek şey, sadece canlılığın, çıplak canlılığın safında ve emeğin yanında olma arzumdur. Şimdi kimsenin zihnini bulandırmak istemem ama gerçek devrimci durum doğaya ait olmaktır. Neyse bunlara çok girmek istemiyorum açıkçası, çünkü gerçekten uzun mu uzun başlıklar altında uzun mu uzun konuşulması gereken şeyler. Rutinlerim var elbette, mesela mutlaka değişmeliyim.
Sorularınız ve ilginiz için teşekkürler.
Ben de verdiğiniz cevaplar ve içtenliğiniz için teşekkür ederim.