Bu bir iç döküş, bir sitem, bir üzüntüdür. Giderek artan çalkantılar içerisinde aklıselim kalmak, sevgide olmayan zorunluluğu saygıda korumak. Korumaya çalıştığım değerlerim, beni ben yapan inanmışlıklarım yaşamımı sürdürdüğüm her dakika yoğun bir taciz ve saldırı altında.
Eğitim ve öğretimin kalesi olan (olduğu düşünülen) üniversitelerde o sıralarda karşınızda oturan herkes Türk olmak, Müslüman olmak zorunda değil. Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olmak için Türk ve Müslüman olma şartı da aranmıyor. Türkiye’de bir devlet üniversitesinde öğrenim görmek için Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olma şartı aranmıyor. Birazcık duygudaşlık ve düşünce ile halledilebilecek bir konuyu kendimce analiz etmek istiyorum.
Almanya’da lisans eğitimi alan Türk ve Müslüman bir öğrenci düşünelim. İster öğrenci değişim programı ile gitmiş olsun, ister gurbetçi bir ailenin çocuğu olsun. Bu gencin girdiği birçok dersin odak noktasında “Alman’ın Alman’dan başka dostu yoktur” sözü bulunsun. Almanya’nın nüfusunun yüzde 28,9’u Katolik ve derse giren hocaların dini inançlarının güçlü olduğunu, inançlarına bağlı yaşadıklarını var sayalım. “Alman’ın Alman’dan başka dostu yoktur” sözünün “Pazar ayinlerine mutlaka katılın” şeklinde tamamlandığını hayal edin.
Soruyorum size, ne dersiniz o akademisyene? O Türk öğrenci o dersi dinleyebilir mi, kendini rahat hisseder mi? Bu yapılan davranış baskı, zulüm, taciz, psikolojik şiddet değil de nedir?
Buna karşı olduğumuz gibi kendi ülkemizde de benzer durum ve davranışlara karşı olmamız gerekmez mi? Peki ben neden okulum da ve katıldığım dersler de bu tutum ile karşılaşıyorum? Zorlanıyorum(z), bu baskı altında eziliyorum(z). O hocaların ağzından o kelimeler dökülürken sınıf, sınıf arkadaşlarım ve derse giren öğretim görevlisi ile arama kilometreler giriyor, dikkatim dağılıyor, derse odaklanamıyorum. Hangi dersin konusu Türk gibi giyinin, Türk gibi konuşun, Türk örf ve adetlerine uyun olabilir ki? Üstümde bu baskıyı hissetmek beni mutlu etmiyor. Farklı bir etnik kimliğe sahip olabilir ve ya bütün etnik kimlikleri reddedip yalnızca insanım diyebilirim. Bu benim hayat görüşüm ve değerlerim ile alakalı bir tutum iken nasıl bu konuda bir ders ortamında bu diyaloglar yaşanabilir ki?
Bu konuda tepkisini belli eden bir öğrencinin gözlerinin içine baka baka nasihat ve üstü kapalı tehditlerde bulunmak etik midir? Sizi anlamayan arkadaşlarınızın hocayla yaşadığınız diyalog karşısında küçümseyen ve dalga geçen bakışları doğru mudur? Peki soruyorum bir insan tartışmaya açık olmadığı bir fikri neden toplu bir ortamda dile getirir ki? Farklı fikirler, farklı görüşler size düşman değil, siz onlara düşmansınız. Kaynakları olduğunu söyleyen bir insana yalan söylüyorsun, yanlış biliyorsun diyorsanız kaynak göstermek zorundasınız. Zira her insan yanlış bir bilgiye sahip olabilir, yanlış düşünebilir, konuşabilir. Bilgi eşitliğini sağlayacak şey eşit şartlar altında tartışma etiğine uygun bir tartışma ortamının oluşturulması ve kişilere kendini ifade etme hakkının tanınmasıdır.
Maalesef eğitimimiz çoğunlukçu değil, dilimiz çoğunlukçu değil, biz çoğunlukçu değiliz. Bu şartlar altında eşitlik ve adaletten bahsedebilir bunu savunabilir miyiz? Sınırların kalkması, bütün dünya insanlarının barış içinde yaşaması sizin için bir ütopya olabilir ama en azından kendi ülke sınırlarınız içerisinde var olan ve sizin yetiştirdiğiniz öğrencilerin gelecekte çalışma hayatında, sosyal hayatta karşılaşması muhtemel olan bütün farklılıklara, etnik kökenlere, inanç sistemlerine eşit uzaklıkta olmalısınız. Bu mesafeyi ayarlayamaz isek toplumsal barışa da küresel barışa da bir dirhem yaklaşamayız.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 26. Maddesi “Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.”
Öğretmenlerimizden, akademisyenlerimizden, öğretim görevlileri/üyelerinden beklenen bütün dünya uluslarını barışa davet etmek, dostluğa davet etmek iken bizler bunu minimal düzeyde kendi ülke sınırlarımız içerisinde bile uygulayamıyoruz. Bu benim gözümde büyük bir eksiktir, bir hak ihlalidir. Sizce bu hak ihlaline uğrayan gençlere ne oluyor?
Kendi tercihi olmayan istese de değiştiremeyeceği farklılıklarından dolayı baskı görüyor gençler ve bu baskı sebebi ile kendini inkâr eden, özgüveni düşük ve kendi ile bir türlü barışamayan gençler yetişiyor. Bu vahim duruma bu sorunun en pozitif sonucu olarak bakılabilir aslında çünkü bu hak ihlalleri aslında çok daha vahim tablolara yol açabilir, açıyor ve açacaktır. Nasıl mı? Gücünün yettiği son noktaya kadar bütün baskılara, ötekileştirmelere, psikolojik ve fiziksel şiddete meydan okuyan boyun eğmeyen gençler…
Din, siyasal düşünce, etnik köken ve öteki olma psikolojisi ile boğuşan bir gencin yaşadığı toplumla ve grupla bütünleşememesi baskı altında olması sebebi ile psikolojik sorunlar yaşaması, eğitimini yarıda bırakması, içine kapanık insanlardan kopuk bir hayat sürmesi hatta ve hatta intihara uzanan bir son ile karşılaşması muhtemeldir. Emile Durkheim bireyin grubun yoğun baskısı altında yaşaması sonucunda kendini kaderi karşısında tamamen çaresiz hissettiğini ve hayatını kontrol edebilmek için gruptan ayrılma dışında yapabileceği başka bir şey olmadığı duygusunu hissedecek düzeyde ciddi bir kısıtlama içinde bulunduğunu belirtir. Bu kısıtlılık durumu Durkheim’e göre kaderci tipte intiharlara yol açmaktadır. Eğitimde kullanılan yanlış dilin, bilinçli ve ya bilinçsiz olarak yapılan ayrımcılığın kim böyle acı bir olaya ortam hazırlamadığını, yol açmadığını savunabilir ki? Üstelik insan hayatı söz konusuyken…
Farklılıkların, farklı insanların kaderi bu olmamalı.
Dünyayı güzelleştirecek, bizi insan yapacak tek şey sevgidir. Gelin tüm her şeyi bir kenara bırakıp insanı yalnızca insan olduğu için sevelim.
Hazırlayan: Vedat Çamlı – [email protected]