Biraz Pamfilya ve sonrasında Likya’yı gezmek için çıktığımız yolda Antalya ilçelerinin turistik, yorucu ve kalabalık sokaklarından geçmek zorunda kaldık. Derler ki, “Yediğin içtiğin senin olsun, bana gezip gördüğünü anlat.” Çok şey anlatmak mümkün, ama güzel şeylerden bahsetmek gerek. Antalya’da kum, deniz ve güneş; tatil yapmadan biraz tarihle yüzleşerek gezince çok daha keyifli oluyor.
Ankara’nın yoğun gündemini, şehir hayatının tüm çirkinliklerini ve bütün kötülükleri bırakarak Toroslar’a doğru yola çıkıyoruz. Toroslar, bizim için yeni ve hiç tanınmamış bir güzellik olmasa da Konya’yı geçip Karaman sırtlarına tırmanmaya başlayınca bir durup çay içmeden duramıyoruz. Çay çok kötü, ama bize Ermenek’e ne kadar yakın olduğumuzu hatırlatıp bizi biraz hüzünlendiriyor. Çayın duyguları tetikleme gibi bir huyu vardır. Her şeye rağmen tarihi kentleri görme inancımıza başvurup yola devam ediyor, torosların kuzey yakasındaki yeşil yamacı görünce sessizce manzaraya dalıyoruz.
Çok geçmeden Toros Sıra Dağları’nın zirvesine yakın bir yerlerinde çıkıyoruz. Burada fark ediyoruz ki artık yol kıvrıla kıvrıla Mare Nostrum’a, yani Akdeniz’e iniyor. Şehir hayatı artık yavaş yavaş bizi bırakmaya başlıyor. Fakat bu çok uzun sürmeyecek. Biz, Toros sırtlarından Pamfilya’ya doğru indiğimizi hayal ediyoruz, ama bizi karşılayacak olan Manavgat ve Alanya arasındaki betonarme ve sahte mimari binalar.
Pamfilya’daydım…
Başlık, Bulutsuzluk Özlemi’nin güzel şarkısından esinlenerek yazıldı. Ama biz, onların güneye olan tutkusunu bir kenara bırakıp Pamfilya’dan bahsedelim. Antik Çağ’da birçok halkın bir arada yaşadığı bir şehirler bölgesidir. Bugünkü coğrafi konumu Aksu Çayı’nın doğusuyla Antalya’nın doğu sınırının arasındadır. Birçok toplumsal grubun yaşadığı ortak yaşam alanı olarak belirtilmektedir, zaten Pamfilya’nın da “Halkların Ülkesi” anlamına geldiği söylenir. Günümüzde yaşanan göçler ve ırkçılık hep aklımızda… Yitirmiyoruz heybemizde taşıdıklarımızı…
Kalıntılar ve eserler, bölge tarihinin tarih bilimciler tarafından büyük bir belgeler dizisi olarak görülmüş, böylece bölge tarihi adına çıkarımlar yapılmıştır. Fakat Pamfilya tarihinin de içinde yer aldığı Naturalis Historia ya da Doğa Tarihi isimli eserde bu bilgilerin gerçek olduğunu anlatan kanıtlar bulunmaktadır.
Truva Savaşları’ndan yüz yıl sonra yani MÖ 200’lü yıllarda, Dor göçleri ile Grek Ağzı’nın bölge diline yerleştiği görülüyor. Bu iki göçün sonucunda muhteşem üç kent Perge, Aspendos ve Side ortaya çıkmış.
Aslında Pamfilya’nın ilk yerleşimlerinin Paleolitik Çağ’a dayandığı biliniyor. Heredot, MÖ 490’da Perslerin Yunanistan seferlerinde Xerxes’in bölgeden donanma yardımı aldığını anlatır. Bu dönemde Spartalılar’ın ve Persler’in savaşları olsa da Pamfilya’yı derinden etkilememiştir.
Yüz yıl kadar Persler’in etkisinde bulunan Pamfilya daha sonra Büyük İskender’in egemenliğine geçmiştir. Bu zamanlardaki asıl ilginç durum zaten Pers hükümdarlığına karşı görülen Pamfilya halklarının İskender’le savaşmadan onun birliğine katılmış olmalarıdır.
İlk Durak Side
Side kentinin tarihi MÖ 7’nci yüzyıla, Hitler’e kadar dayanıyor. Fakat kentteki yapıların en önemlileri, Yunan işgalinden sonra ve Roma döneminde yapılmış. Yunanlılar kente geldikten sonra Side’ye özgü bir dil oluşturmuşlar. Daha sonra tüm Pamfilya bölgesinin başına gelen Side’nin de başına gelmiş ve Persler kenti işgal etmiş. Perslerden sonra Büyük İskender ise kente savaşmadan girmiş ve kenti kontrolü altına almış. MÖ 215’lerde ise Suriye Krallığı’nın hükümdarlığına girmiş.
Aslında tarih hep savaşları ve zaferleri anlatmak üzerine kurulmuş yazılar ve belgelerle doludur. Ancak kentlere adımınızı attığınızda oranın bir yaşamı olduğunu anlayabiliyorsunuz. Gerçi Side, uzun zaman başka etkilerle biraz yozlaşsa da sadece tarihi toplumsal yaşam görmeye giden gözlere sunabileceği her şeyi sunuyor. Side’nin limanı, Agora’sı, sütunlu caddesi ve dükkanlarıyla yaşadığı her dönemin tam ticaret ve kültür merkezi olduğu görülüyor.
Side’ye girdiğimizde mimari yapının detaycılığından etkileniyoruz. Karayoluyla kente giriş yaptığımız için bizi ilk karşılayan çeşme. Hemen aklımıza ticari kervanların ilk ihtiyaçları geliyor. İlk ihtiyaç içme suyu… Sınırlı kaynaklarla hareket eden topluluğun bir kente ulaştığında, su ihtiyacı her şeyden önce geliyor olmalı. Çeşme alanı o kadar büyük ki, kenti ziyaret edenlerin sayısının oldukça fazla olduğunu düşündürüyor. İkinci yapı ise hamam; “Öyle şehre pis pis girmek yok” diyoruz.
Biraz ileride gördüğümüz kentin ana caddesi ve dükkanlar, oradaki ticaretin nasıl yürüdüğünü hayal ettirmeye yetiyor. Antik giysileri ile yürüyen kadın ve erkeklerin ürettikleri veya getirdikleri ürünleri nasıl takas ettiklerini görebiliyoruz. Ana caddede bir tur attıktan sonra geçmişe olan seyahatimiz sürüyor.
Side’de bir Bizans Hastanesi olduğunu öğreniyoruz. Aklımızda o döneme dair toplumsal yaşamın gerçekliklerini hayal etme arzusu… Hastane elbette hastalıkları tedavi ediyor olmalı, ancak asıl önemi, yani yolculuklarda ve savaşlarda yaralananları iyileştirmeye çalıştıkları da aşikâr. Bu da uygarlığın ilerledikçe nasıl da sosyal ayrımlara ve savaşlara yol gösterdiğini anlatıyor.
İşte Agora (Meydan) orada… Yine de dönemin uygarlıklarının felsefe ve düşünceye ne kadar çok önem verdiğinin kanıtı. Agora, bir tartışma alanı ve hayatı kavramaya çalışanların uğrak noktası. Düşünceye önem veren dönemin aydınlarının yürürken, otururken, bir şeyler yiyip içerken ve boşaltım ihtiyaçlarını giderirken çeşitli konularda tartıştıkları çok açık. Ortak tuvaletler, hiçbir ihtiyacın düşünmeden önemli olmadığını ve tartışılacak vaktin değerini bize anlatıyor.
Biraz demir parmaklıklarla çevirili olsa da Agora’yı görebiliyoruz. Tiyatronun kuzeyinde kalan bu alan Ticaret Agorası ve giriş kapısı sütunlu caddeye açılıyor. Ortasındaki muhteşem yapı ise Tykhe Tapınağı. Bazı kaynaklara göre Hermes ve Afrodit’in, başka kaynaklara göre Okeanos isimli bir Titan’ın kızı olan Thyke, kentin talihini ve refahını yükseltecek olan şans tanrıçası. Gerçi Side, tüm yapılarıyla bu şansı çoktan elde etmiş olsa da yine birazcık tanrısal güç onlara iyi geliyor olmalı.
Agora’nın yanından ayrılınca bir tak ve anıt bizi yakalıyor. Anıt, dönemin imparatorlarından Vespasianus’a adanmış. Vespasianus, MS 69-79 yıllarında tahta çıkmış. Kısa süreli yönetimi sırasında Roma’da etkili olduğu söyleniyor. Büyük Yahudi İsyanı’nı bastıran imparator döneminde Colleseum’un yapımına başlanmış. Fakat bizi bu kadar etkileyen, anıtın asıl yeri, şimdi durduğu yer değil. Geç dönemde yerinden sökülerek sütunlu caddedeki takın yanına yerleştirilmiş ve burada çeşme binası olarak kullanılmış. Bu da ne kadar ihtişamlı bir yönetici olsa da temel insani ihtiyaçların daha önemli olduğunu gösteriyor, gülümsetiyor ve insan olduğumuzu hatırlatıyor.
Devam ediyoruz, şehrin en önemli yapılarından biri tiyatro, burada amfitiyatro ve tiyatro arasındaki farkı öğreniyorum. Tiyatro, yarım daire iken amfitiyatro, tam daire olarak tasarlanmıştır. Bir başka farklılığı ise tiyatro bir ana kayaya yaslanmış olmalıdır, amfitiyatro ise bir meydanın ortasında yükselir. İçeri girdiğimizde müthiş bir tarih karşılıyor bizi, sadece kocaman bir yapının içinde küçücük kalışımız değil, dönemin kültürel ögelerini barındıran detayları ile rölyefler bir anda eski bir tragedyanın içine sokuyor.
“Acaba Antigone burada oynanmış mıdır?” diye merak etmeden duramıyoruz. Sanki kulaklarımızda Sophokles’in eserindeki uzun tiradın bir parçası yankılanıyor; “İsmene’m canım kardeşim benim babamız Oidipus’un mirası hiçbir acı, kahır, utanç kaldı mı Zeus’un yaşarken bize tattırmadığı? Şimdi de Kral bütün kente buyruk salmış diyorlar, biliyor musun ne? İşittin mi? En sevgilimizin başına gelecekten belki haberin bile yok senin.” Belki de Zeus’un onları cezalandırdığı falan yok, sanki bu şehri Thyke, Dionysos, Athena ya da Apollon iyi korumuş baba tanrıdan.
Side bitmez, yürümeye devam ediyoruz. Önce limana, yani denize doğru hareket etmeye karar veriyoruz. Başta biraz endişe kaplıyor içimizi, çünkü yol boyunca modern zamanın kapitalist sistemi, Antik dönemin bütün öğelerini çevrelemiş gibi geliyor. Oteller ve yeme içme mekanları kaplıyor etrafımızı. Günümüzün şekilsiz çöplerinin, binlerce yıldır estetiğini kaybetmemiş kalıntıların üzerini kapladığını görünce, biraz sinirleniyoruz. Bir de ortalığı tozuttuğumuz için azar işitiyoruz. Aklımıza orada bulunan tozun mu, yoksa bir Antik kente yapılan modern binaların mı kirlilik yarattığı geliyor. Bu trajikomik olay içimizi biraz burkuyor. Modern insan, doğasını koruyamadığı gibi tarihi değerlerine de sahip çıkamamış. Sanki yeterince kirletmemişiz gibi, Antik yaşamın da altını üstüne getirmeye çalışılıyor.
Her şeye rağmen, ulaşmamız gereken yerler var. Yolun sonunda, tanrısal bir güce ulaştığımızı hissetmemiz, neşemizi yeniden getiriyor. Apollon Tapınağı tüm ihtişamı ve denize meydan okurcasına yükselen sütunları ile bizi karşılıyor. İster istemez, yerimize çakılı kalıyor, derin nefes alıp sesli bir şekilde denize doğru bırakıyoruz. İşlemeleri, sütun hassasiyeti ve inşa tekniğini görünce daha kalbimiz daha hızlı çarpmaya başlıyor. Korinth düzeninde olan yapı, 11 sütundan oluşuyor. Sütunların tamamı mekanda, ama hepsi ayağa kaldırılamamış, sadece Medusa başlarının olduğu güney ve güney batı cephesi restore edilmiş. Yine de bir anda aklımıza öyküler doluşmaya başlıyor. Medusa başları, Liman yönünden gelen kötü niyetli erkekleri, taşa çevirmeye yarıyor olmalı. Denize doğru belki taş olmuş bir insan başı görürüz diye bakıyoruz, dalgalar hepsini çakıla çevirmiş olmalı.
Bu kutsal alandaki tek yapı Apollon tapınağı değil, MS 5’inci yüzyılda yapılmış bir de bazilika bizi karşılıyor. Yapı, güvenlik nedeniyle gezilemiyor, ama dönemin mimarisini gösterir şekilde orada duruyor.
Son bölümde, Antik Çağ’ın sanatına göz atmak için, kentin müzesine giriyoruz. Müze, ilk girişte bile bizi bir sütunlu caddede yürüyor hissiyatına sokuyor. Müze yapısı kentin Hristiyanlık döneminde kullanılan yapılarına çok benziyor.
Fakat bizi asıl heyecanlandıran içerideki heykel sanatının örnekleri… Antik Çağ’ın detaycılığından haberdardık, ancak gördüğümüz eserler kalbimizin hızlı çarpmasına neden oluyor. Lahit, rölyef ve heykeller, dönemin giysilerini, yaşam biçimini, ihtişamını, yöneticilerini ve mitolojisini gözler önüne seriyor. Müzenin bahçesindeki mezar taşları üzerinde yazan hayat hikayeleri bize, genç ölümleri ve insan denen medeni hayvanın modern çağda ölüme çare bulmak için ne kadar çaba sarf ettiğini anlatıyor.
Geçmişe yolculuğa çıkıyoruz ve bu macera Side için bitiyor. Pamfilya’nın başka kentlerini de gezeceğiz. Yine de hayatın gerçeklerine döndüğümüzde, karnımız acıkmış. Birilerinden Titreyen Göl’deki lokantaları duyuyoruz. Yolumuz, bir doğa güzelliği olan Titreyen Göl’e uzanıyor. Lezzetli yemek ve doğanın anaç kolları arasında yorgunluğumuzun farkına varıyoruz. Geceyi geçireceğimiz yere doğru yol almak lazım. Diğer Antik kentler, başka günlere kalıyor.
Pamfilya’nın veya Doğu Antalya’nın antik şehirleri bitmez. Daha sonraki haftalarda Perge, Aspendos gezimizi anlatacağız. Sonralarında ise artık yolumuz Likya’ya ya da Batı Antalya’ya düşüyor. Takipte kalmanız dileğiyle…