“(..)böyle insanların yok etme gereksinmesi duymaları salt insan olmalarındandır; çünkü insan olmak, nesne olma durumunu aşmak demektir.”*
Aslında şeyleştirmeden (reification) çok da muzdarip olmamak gerekir. Kendini bir başka gözle görmemiş olan kendi algısını ayna evresi** ile karşılaşmadan bulmak ya da öteki ile dolayımlamadan algılamak kendini cemaatle (kültür, cinsiyet, etnisite vs), partiyle devletle bir bütün algısına götürür. Bu tarz bir bütünlük kodlamaları, eleştirelliği, ironiyi ve de mizahı yok eder. Çünkü kendimize belli bir uzaklıkta bakmak kendimizi nesnelleştirmek “nesnesinin eğilip bükülünebilirliğini” görmek önemli bir şey o konumda (yani nesne) olmamayı istemeyi sağlayacaktır sempati veya antipati besleme yerine azami empatiyi de sağlayabilecektir.
Seri katiller ve Hitler gibi bünyelerin soğukkanlılıklarının nedeni; kendilerini nesnenin ötesine geçirememe, kendini Tanrı gibi hissetme, maddenin “varlık” olarak katılığını “salt” anlama ve de maddenin üzerinde hâkimiyet kurma arzusudur.
Öznenin nesne üzerinden dolayımsızlığının ya da bu imkânsızlığının büyük bir kabullenişi bizleri yabancılaşma kavramını direkt kötüler kategorisi altına almamıza neden olmuştur. Çünkü yabancılaşmanın da kaçınılmazlığı değil aşılamazlığı hakkında muhafazakâr bir kanı vardır. Bütün bunlar katı önceden verili bir merkeze hapsetti bizleri. Bedenlere, cemaatlere (partiye, etnisitiye, dine) sorgulama ihtiyacı duymadığımız bizden önceki normlara…
Skhizen’deki karakterimize bu bilgiler ışığında dönecek olursak:
Karakterimiz, “her şeyin” ekseni koordinatları belirlenmiş bir dünyada kendine uzaklaşmaktadır. Pek kimselerin kendini sorgulamadığı üstelik “normal”in merkezi belirlenmiş bir dünyada bir gökyüzü taşının çarpmasıyla (çarpmanın ısısıyla çıkan ışık bir nevi aydınlanma) kendini sorgulamaya başlıyor. İlk önceleri halinden memnun değilken “normal” olan bir doktora bu dertten muzdarip olduğunu söylüyor: “Kendi olması gereken merkezden 91 cm uzaktalığını.” Ve biz de doktorun o “normal” gözüyle hasta kanepesinde “gerçekten” uzanıyor görüyoruz karakterimizi.
Karakterimizde filmin başlangıcında, var olan normalliğin yani “var merkezin” ona verdiği bir simetri hastalığını seziyoruz çünkü “merkez” belli, çerçeve merkeze göre eğik. Hep koordinatlara, eksene göre konuşan bir dünyada izleyici sağa mı, sola mı, kuzeye güneye mi, doğuya mı batıya mı kaydığını hangi yönden kendine uzaklaştığını bilemiyor oysa.
Merkez yok değil, “yok merkez”i var: “0,0.” Bizler verili olanı kabul ediyoruz, cemaati, cinsiyeti, etnisiteyi ve benzerini ve de kendi benliğimizi.
İkinci gök taşı düşünce karakterimiz merkezinden 71 cm daha uzaklaşınca diyor “Ben buradayım burada!” Yok merkezimizin şimdiliğinde yeni yaratımımla.
*Erich Fromm “Sevginin ve Şiddettin Kaynağı”
**Jacques Marie Émile Lacan tarafından “Ayna Evresi” olarak tanımlanan: Öznenin ilk yapılanma evresidir.