Asrın ortalarında 8 milyardan fazla insan şehirlerde yaşayacak. Kahredici kent sakinleri olabiliriz. 8 milyar insana enerji sağlamak için şaşırtıcı miktarda enerji harcamak zorunda kalacağız. Sürdürülebilir bir devrim için yapılması gereken şeyler ütopik şeyler değil aslında. Bir kaçına değinelim; kaynak verimliliğinde radikal artış sağlamak, dar gelirli ailelerin yaptığı planlı tutumlu bir gider tablosu yapmaktan çok da farklı bir şey değil aslında. Kaynakları çizgisel, tutumsuz, kirlilik yaratan şekilde kullanmak yerine kapalı döngü modeline dönüştürmeliyiz.
Fosil yakıtları kullanan ekonomiden güneş enerjisi ekonomisine geçmeliyiz. Güneşin çok kısıtlı olduğu İskandinav ülkeleri dahi yenilenebilir enerjiler kapsamında güneş enerjisinden ciddi pay elde ederken, ülkemiz gibi güneşlenme süresi çok ciddi oranlarda olan bir ülkenin yeterince faydalanmamasının sebebi ne olabilir acaba? (Enerji mafyası akla gelen ilk şey) Kısacası doğaya ürün kataloğu gibi bakmalıyız.
Sürdürülebilir, ekolojik kent denince bilinçlerde canlanan yegane şey muhtemelen rekreasyon alanlarıdır. Diğer bir deyişle park ve bahçelerdir. Yaşam alanlarımızda minimum düzeyde olduğu için bu kamusal alanlara ilgi alakamız büyük, olması gerektiği gibi. Ancak cevaplanması gereken birkaç soru mevcut? Bu sorulara verilen cevaplar doğrultusunda bu kamusal alanların sürdürülebilir olup olmadığını kestirebiliriz. Yeşil kent muazzam fikir. Ancak altyapı sistemini sorgulamak lazım. Yağmur suyu ile mi sürekliliğini sağlıyor veyahut altyapı sularıyla mı? Özellikle kurak bölgelerde yükselen park ve bahçelerin çimlenmesi için ciddi derecede su tüketilmesi gerekmekte. Çimenlik alanların doğal bir şekilde yaylalarda bulunmasının bir sebebi olmalı. Evlerimizden dışarı atılan atık suyun filtrelenip caddedeki ağaçlarımızı büyütecek suyu elde edebileceğimiz yeşil bir altyapı var mı? Bu yöntem de su tüketiminde ciddi bir verimlilik sağlayacaktır.
Arı, kelebek ve kuşların şehirlerimize geri gelip tozlanmayı, tozlu yolları sağlıyorlar mı? Hatta yemeklerden, fiberden ve benzerlerinden arta kalan çok kötü maddeleri alıp toprak ve karbona dönüştürüyor mu? Şehrimizdeki karbonu havadan çıkarıyorlar mı? Sorularına olumlu cevap verdiğimiz ölçüde rekreasyon alanlarımız tamamen sürdürülebilir doğrultuda olabilir.
Nasıl bir strateji yürütülmeli şeklinde sormuşken gelişmekte olan ülkelerden biri olan Kosta Rika örneğine değinelim. Çevresinde Venezuela, Brezilya, Meksika, Kolombiya, Küba gibi ülkeler bulunan bu ülke elektrik enerjisinin %100’ünü beş yenilenebilir enerji kaynağından sağlıyor. Bunlar; Hidrolik, Jeotermal, Rüzgar, Güneş ve Biyokütle’dir.
Ülke 1948 yılında ordusunu feshetmiş bir durumda. Özellikle politik eksende bölgeyi irdelersek 60’lı 70’li yıllarda bölgenin neredeyse tümünde hakim olan şiddet ortamında bunun çok ilerici bir atılım olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle ülkemizin yıllık gelirinin büyük bir bölümünün güvenlik harcamalarına gitmesi ve bununda Ortadoğu ülkesi olmamıza bağlayan tezlerde çürütülmüş oldu dersek pek yanıltıcı olmaz aslında. (Ama yinede bu konuyu sosyal bilimcilerin irdelemesi daha sağlıklı olacaktır.) Ordu yatırımları sosyal yatırımlara harcandı. 50’lerde su gücüne yatırım, 70’lerde ulusal parklara, 90’larda ise ekosisteme yönelik hizmetlere yatırıma öncülük etti Kosta Rika. Bu orman kaybını önleyip ekoturizmini güçlendirdi. Çevre yatırımı ekonomiye değil zarar vermek fayda bile sağlamış oldu.
Sıradaki radikal hedefleri ise fosil yakıtlardan tamamen kurtulmak.
Kurtulmak için 3 sebep sıralıyorlar.
1-Mevcut ulaşım modeli işlevsiz halde. (Arabalar için inşa edilmiş şehirler istenmiyor)
2-Değişimin kademeli şekilde değil, radikal şekilde olması gerektiğini savunuyorlar.
3-Dünyaya İlham kaynağı olmak ideallerindeler.
Kosta Rika örneğinden büyük metropol sorunlarını irdelemeye devam edelim.
Sabah işe, okula giderken ve akşam dönerken 1.5 saat arabada zaman geçirmeye başladıktan sonra her şey farklılaşmaya başladı. Hiçbir şey ne radyo, ne de meditasyon bu zamanı yaşamaya değer kılmıyor. Saatte 200 km’lik arabalar ürettik ama su an onları 19. yüzyıl at arabaları hızlarıyla kullanıyoruz. Muazzam derecede zaman, enerji ve insan potansiyeli kaybı. Onlarca yıldır “çözüm” basitti, yeni yollar yapın, ya da mevcut yolları genişletin. Artık çözümün bu olmadığı kesinleşti. Şehirlerimizin damar sistemi tıkanıyor ve hastalanıyor. Bu durumla ilgilenmeliyiz. Tahminlere göre trafikte araçların %30’u park yeri arıyor. %85’i tek yolcu taşıyor. 85 sürücünün hepsi bir otobüs doldurur.
Bize sürdürülebilirliğin İstanbul gibi metropollerde uygulanabilir olmadığı söylenir. Bunun sebebi hem kamuda hem de özel sektörde karar alma yetkisine sahip kişilerin çoğunun gerçekten tehlikede olmadıklarını hissetmesi olduğunu düşünüyorum.
Fiziksel iyileştirmeler, trafik güvenliği konusunda kamuoyu bilinçlendirilip, aslında doğru yapıldığı takdirde toplumun yaşam kalitesinin olumsuz etkilenmeyeceğini göstermek lazım.
Ulaşım seçeneklerindeki çesitlilik ise özellikle araç bağımlısı olan modern toplumun bu özelliğinden kurtulmasında ki en önemli adım olmaktadır. Ulaşım seçeneklerindeki çesitlilik birbiri ile entegre olmus toplu taşıma sistemleri, yaya ve bisiklet kullanımının desteklendiği topluluklar oluşturmak, hem enerji tasarrufu sağlamak için hem de modern kentlerin büyük ölçüde neden olduğu CO2 salınımının engellemek için önemli bir araçtır.
Fiziksel olarak daha aktif olmak, aynı zamanda yerel ekonomik kalkınma için fırsat sağlar. (Bisikletçileri, meyve suyu stantlarını düşünün.) Şehirlerde yaşıyoruz, korunan vahşi alanda değil. Ve içimdeki kapitalisti benimsedim. Sürdürülebilir ve toplumla barışık bir gelişme ile nasıl servet elde edileceğini gösteren yeterince örnek var.