Virginia Woolf, Deniz Feneri adlı eserinde, Ramsay ailesi ile tanıştırır okuyucularını. Kendi ailesini baz alarak yazdığı bu romanda, insan ilişkilerini anlamaya çalışırken kendimizi ya da başkalarını ne kadar tanıyabileceğimize dair sorular sorar. Medeniyet nedir; soyut gerçeklere, keskin farklılıklara ulaşmaya çalışmak mıdır? Peki, yeni kategoriler üretirken daha fazla ön yargı üretmiyor muyuz? Dünyada yeterince ölüm, fakirlik, mutsuzluk yok mudur? Bunların tam karşısında ise hepsi birbirinden daha gerçek karakterler durmaktadır, onlar üzerinden de ilişkilerin samimiyetini sorgulanır. Birini sevmek, birini sevdiğini söyleyebilmek nasıl bir şeydir? Evlilik nedir? Bu sorular böyle uzayıp gider. Karakterler, bu soruları sorar ve onlara cevap vurmaya çalışırlar. Oldukları, dönüştükleri kişiler bile aslında buna bir cevap vermektedir. Roman, Victorian döneminin mirası aile kavramını, kadın ve erkek rol dağılımını çok iyi yansıtmaktadır.
Virginia Woolf, diğer erkek kardeşleri gibi okula gitme fırsatı bulamadığı için kız kardeşiyle beraber pencereden dışarıyı seyretmek zorunda kalmıştır. Kız kardeşi fırçasına, Virginia da kalemine sarılarak kendilerine ait bir dünya yaratmışlardır. Kız kardeşinin tablolarındaki figürlerin silikleşen yüzleri Virginia’nın yazı stilini de etkilemiştir.
1900’larda dönemin entellektüellerinden ve sanatçılarından oluşan Bloomsburg grubunun bir parçası olmuştur Woolf. Grup özellikle George Moore’un Principia Ethica (1903) çalışmasından oldukça etkilenmiş ve tartışmalarını onun felsefesi etrafında şekillendirmişlerdir. Arkadaşlık, aşk, sanat, güzellik konularının tartışıldığı, hiçbir ideolojiye bağlı kalınmadan sanatın sadece sanat, arkadaşlığın sadece arkadaşlık için olduğu düşüncesine sadık bir tutum geliştirmişlerdir. Victoria döneminin kalıplaşmış aile rollerine anti-tez oluşturmuşlar ve omniseksüel ilişkileri yüzünden toplum tarafından pek de hoş karşılanmamışlardır.
Virginia Woolf’un bilinç akışı tekniğiyle yazdığı Deniz Feneri‘ne dönecek olursak, Woolf okuyucuya bu teknik sayesinde karakterlerin iç dünyasını sunar. Adeta karakterlerin beyinlerinin içinde gibiyizdir. Onlar birbirleriyle konuşamasalar bile bize konuşurlar. Kendilerini hiç baskılamadan, içlerinden geldiği gibi. Bu açıdan bakıldığında Freud’un psikanalizde kullandığı serbest çağırım tekniğiyle benzeşir. Freud, bu yöntemle süper ego ile baskılanmaya başlamadan hastalarından aklına gelen ilk şeylerini söylemelerini ister. Woolf’un karakterleri de ne görüyorlarsa ya da o anda ne düşünüyorlarsa onu bize hemen gösterirler. Bu yüzden onları en samimi halleriyle tanırız ki bu samimiyet romanın ardına düştüğü en temel noktalardan biridir.
Kitabın karakterlerinden Bayan Ramsay, herkesi evlendirmeye çalışan, koruyup kollayan geleneksel bir annedir. Ataerkil düzenin ağırlığını sırtında taşır; ama bunun altında ezilmez, kendine adeta bundan güç yaratır. Onun tek motivasyonu, herkesi bir arada görmektir, insanlar arasında sürekli bölücü sıfatların üretilmesinden rahatsızdır. Freud’un yaşam içgüdüsüyle örtüştürdüğü Eros rolündedir adeta. Yeni aileler kurulsun, yeni çocuklar doğsun, yeni hayatlar başlasın ve tüm bunlar bir ahenk, bütünlük ve iş birliği içinde gerçekleşsin. Bir yandan da aslında Bloomsbury grubunu hatırlatır, çünkü Bayan Ramsay aile kavramına ideolojik bir kurum olarak bakmaz, bir başka deyişle ataerkil yapının bir ürünü olarak görmez, o sadece insanların birbirleriyle bir şeyler paylaşmasından ve çoğalmaktan yanadır. Aile olmak için aile vardır onun için. Bir diğer önemli olarak altı çizilebilecek nokta ise kendisinin hemen hemen bütün karakterler tarafından çok güzel bulunmasıdır, bu da onun birleştirici özelliğine vurgu yapar. Freud için, insan güzeli arar; güzele ulaşarak acılarını hafifletmeye çalışır, bu nedenle de ona yaklaşan herkes de ister istemez güzel bir şeyler uyanır.
Bay Ramsay bile o sert baba figürünün ardında saklanan kırılgan yapısıyla, onun sempatisine ve kendisini sevdiğini söylemesine ihtiyaç duyar. Bayan Ramsay, bin bir şekilde sunduğu sevgiyle onu “erkek” olmanın gerekliliklerinden – her zaman doğruyu bilmek, mantıklı olmak, güçlü durmak, duygulara “yenik düşmemek”gibi- biraz da olsa azat ediyor gibidir. Romanın en güzel taraflarından biri, Bay Ramsay’de de görüldüğü gibi kişilerin içlerinde barındırdıkları bu zıtlıklardır. Onları böylesine gerçek yapan “acabalar”, “yoksa bu böyle midir” diye kendilerine dönüp bazen de çevresindekileri gözlemleyerek cevap bulmaya çalıştıkları anlardır.
Tekrar Bay Ramsay’e dönecek olursak, kendisi otoriter ve sert yapısıyla bütün çocukları için korkutucu bir figürdür. Kadınların hiçbir şey düşünememelerinden dem yanar durur. Onun için sanat ürünü sadece bir dekorasyon olabilir. Hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu biraz Platon’un sanat hakkındaki düşüncelerini hatırlatır, onun için bir tablo taklidin taklididir, yani gerçeklikten -idealar ve nesneler dünyasından- iki adım uzaktadır. Sanatı değersiz bulan Ramsay’in tam karşısında ise komşuları ressam Lily durmaktadır. O ise sanatta kendini ifade edeceği başka bir dil yaratma çabasındadır. Resmindeki doğruları yanlışları bulup sıralamaya çalışan Tansley’in aksine o bütünlüğün peşindedir, gördüklerini o an hissettiği gibi yansıtmak ister. Kimse ona başka anlamlar yüklemeden, değişmeden bir an önce çizmelidir onu. İşte roman bu tarz dinamikler üzerine kurulur. Süreksiz bir şekilde herkesin birbirlerinden derinlemesine etkilenerek yaşayan insanların dünyasıdır Woolf’un bize sunduğu.
Deniz Feneri, diliyle okuyucu zorlasa da 20. yüzyıl için devrimsel bir yapıttır. Toplumun çeşitli rollerinin altında beraberliklerini, bu beraberliklerdeki samimiyeti korumaya çalışan karakterlerle zenginleştirilmiş bu romanda, her anın anatomisi ince ince yazılır.