I – Kültürlenmede bireyin soyutlanma ve izolasyonu
Bir coğrafyanın tüm iklimsel koşulları ve jeopolitik imkân ve zorunlulukları gibi insan da içine doğduğu kültürün; toplumsal davranışlarına, inanç ve değerlerine, norm ve rol dağılımlarına kadar tüm etkileşimler sistemine bağımlı kalır. Bu kapsamın haricinde olmak, yaygın olarak dayatılan ademi merkeziyetçi yönetim ve eğitim sistemlerinde, toplumsal yapının tüm alanlarından ve ilişkilerinden soyutlanma olarak görülür ve aleni bir şekilde olumsuzlanır.
Bireyin tüm sosyalizasyon süreçleri bu şekilde koşullanmaya tabi buyrulurken, otoriter yönetimler tarafından bu, davranışsal sapmalar olarak değerlendirilip suç algısına kadar götürülür. Kapalı toplumlar içinde ise kültürlenmeye uyumlu bir şekilde eklemlenememiş bireysel davranışları, sosyal yaşamın dışına itilir. Bilhassa sosyal refah ve güvenliğe vahim sonuçlar doğuracak; sapma, suç ve suç eylemleri de, toplumun ve geleneklerin bu şekilde soyutladığı bireylerden yaratılmış olacaktır.
“Suçu toplum hazırlar, suçlu işler.” – Henry Thomas Buckle
Kültürel çeşitlilik ve kültürel göreceliğin bu kadar keskin belirlendiği bir perspektif açılımında, boyunduruğuna girdiğimiz kültürel terörizmi sorgulamak ve nihayetinde mental bir bağımsızlık için reddetmemiz gerekecektir.
Bu yoğunlaşmaların dışında, sosyal uyum ve sosyal bağlanma, toplumların kültürel kümelenmedeki koşullama ve yaptırım güçleriyle birlikte hareket ettiği görülür. Bu yapının içe dönük, kapalı ve tutucu ilişkiler ağı, birey üstünde yönlendirici ve baskın bir görev oynar. İnsanın sosyal bir hayvan olduğu göz önüne alındığında, birey için etkileşimsiz bir yaşamsal alanı düşünülemediğinden, tüm sosyalizasyon süreçleri bireyin özgürleşmesine karşı güçlü bir terör unsuru olarak vecd eder.
Kültürel kümelenme seyrinde sürdürülen, -sözüm ona- bu terördeki en kıdemli apoletler de kitle iletişim araçlarının omuzlarında parıldamaktadır. Hitler zamanında propaganda yöntemlerinin ayyuka çıkmasıyla, keşfedilen medyanın hipodermik şırınga model işlevi, kitle psikolojisi yönetimindeki arz ettiği değeri çoktan bulmuştur. Algı yönetimine yapılan atıflar, dünyanın iki kutuplu zamanlarından, soğuk savaş dönemlerinden sonra şimdiden yeni dünya düzeni ve küreselleşme/yerelleşme dönemine karşın sönük kalmakta.
Bunun bizatihi sağlayıcısı medya, bürokrasinin sürrealite bir koludur. Değişen yönetim ve hükümetlerle birlikte, halkla ilişkiler prensipleri de değişir. Çoğunlukçu ve yayılmacı bir demokrasi anlayışının hüküm sürdüğü devlet ilişkilerimizde, meşru görülen çoğunluğa ulaştığında totaliterleşeceği ve oligarşi ile yine bu gücü pekiştireceğinin kaçınılmaz bir vargı olduğunu kabul edersek, bu erk yönetiminin, tüm eylemlerini ve politikalarını yine medya aracılığıyla bir şırınga gibi kamunun zihnine, nasıl enjekte etmeye çalıştığını da anlayabiliriz.