Hermann Hesse, Alman edebiyatının Nobel ödüllü yazarlarından biri. Çocukluğunu dindar bir çevreye uyum sağlayamadığı için zor geçirmiş. Yetişkinliğinden itibaren toplumun dayatmalarına, bu toplumsal dayatmaların kişinin kendini gerçekleştirme sürecine zarar verdiğini düşünmüş ve savaşmıştır. Bireyin gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlaması için bütün oluşumlardan, kutuplaşmalardan, gruplardan ve cemaatlerden uzak durmasını savunur. Bütün toplum bir uyuşmuşluk içinde olsa da birey yalnız başına tıpkı doğada kendini ancak yalnızlığıyla var eden bir bozkırkurdu gibi olmalıdır.
Bozkırkurdu, 20’nci yüzyılın kült kitaplarından biri. Kimlik sorunlarına yönelen Hesse’nin “Der Steppenwolf” adıyla yayımlanan romanının başat karakteri Harry Haller (H.H). Baş harflerinin yazarı Hermann Hesse ile aynı olması, roman içinde otobiyografik detaylar olduğu izlenimi verir. Diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de yoğun bir şekilde yaşam kaygısı güden, yaşamı anlamlandıramayan, sürekli düşünen, düşündükçe anlayan, anlamın ağırlığı altında ezilen bireyi görürüz.
Bozkırkurdu’nun Türkçe edebiyatımızda izlerini taşıyan, kimlik sorunlarına yönelen, kişinin toplum içinde sığ yaşamlara sığdırılmaya karşı verdiği savaşın belki de en güzel temsili Oğuz Atay‘ın Tutunamayanlar‘ı. Yaşadıkları dönemler arasında yüzyıllar olsa da insanın yazgısı değişmiyor. Her dönem belli acılar, savaşlar, yokluklar, değişimler yaşansa da toplum diye adlandırdığımız kitlenin içinde her daim tutunamayan bozkırkurtları olmuştur, olacaktır.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar‘ı bir intiharla başlar. Selim Işık çevresinde Turgut Özben’in kendini bulma çabasını anlatır. Gitgide yalnızlaşmasını. Selim Işık, yaşama tutunma derdi olmayan bir bireyken; Turgut Özben yaşam savaşının sonucunu kaybederek bir tutunamayana dönüşmüştür. Yani kabul gören hayat şartlarına uymuş, mühendis kimliği altında evli ve bir çocuk babası. Dönemin beğenisiyle döşenmiş bir eve ve ayaklarını yerden kesecek bir arabaya sahip. Ancak gözlerini bir kere farklı bir dünyaya açtığı için topluma ayak uyduramadığını sonradan fark eder.
Hesse ve Atay’ın eserlerinde, bireyin kimlik sorununu, kendini bulma çabasını, varlığını hiçbir topluluğa armağan edememesinin sonunda intiharın eşiğinde bireyleri görürüz. Oğuz Atay bu bireyleri disconnectus erectus yani “tutunamayan” olarak tanımlar. Hermann Hesse ise “Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu, bir sefil münzevi olmayıp ne yapacaktım!”* diyerek bireyini haklılaştırır. Atay, disconnectus erectus tanımını yaparken Hesse gibi bir hayvan olarak tanımlar: “Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır.”**
Türkçe edebiyatı için değerli bir roman olan Tutunamayanlar‘ın yazarı Oğuz Atay; yaşarken anlaşılmak istenen bir yazar olmak istemiş. Kuşkusuz Hesse de. Okurlarına öncelikle kendilerini hemen bir tutunamayan ya da bozkırkurdu olarak değerlendirmemelerini önermişler. Dönemlerinde her iki yazar da büyük eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü toplumsal değil bireysel konulara yönelmişler. Hesse’nin eserleri yaşadığı dönemde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da yasaklanmıştır. Her iki yazar, büyük acılar çeken topluma odaklanıp, toplum sorunlarını çözmek yerine bireyi deşmeyi, eleştirmeyi tercih etmişler. Böylece birey kendini eleştire eleştire, hiçbir sisteme uymak istemez, topluma yararsız insanlar haline gelir.
Bozkırkurdu kahramanı Harry Haller, bulunduğu ortamlarda düzene, rahatlığa dayanamaz. Harry’ye göre bu insanlar anlamı olan her şeyin içini boşaltıp odalara dolduruyorlar. Umarsız bir şekilde son derece rahat koltuklarına gömülüp binlerce kez çoğaltılıp, değiştirilmiş tabloları izler. Harry’yi rahatsız eden bu durumu Tutunamayanlar‘ın kahramanı Selim Işık ise böyle değerlendirir:
“Duvarlar, resim yaptığı dönemden kalma ‘eserler’le doluydu. Nermin çerçeveletmiş hepsini; benimle öğünüyor. (…) Bir resim aşağıda, bir resim yukarıda; bir duvar resimle doldurulmuş, bir duvarın yarısı boş; simetriyi bozmak için. (…) Ev sahibi de kızmıştı duvarların bu renge boyandığını görünce ama belli etmemişti. Tavana kadar aynı renk, böylece düzlemler daha kesin beliriyor, modern sanatın burjuva yaşantısına katkısı. Efendim? Oysa ne güzeldi eskiden: tavana bir karış kala bir parmak kalınlığında koyu renk, yatay bir çizgi çizilirdi; duvarın rengi orada biterdi işte. (…) Tek parti devrinin kalıntısı, fazla askeri bir düzen.”
Düşünen bireylerin, düşündükçe ayrımına vardıkları yaşama gitgide yabancılaştığını Harry Haller böyle nitelendirir:
“İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez.’ Ne anlamlı bir söz, değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. Böyle biri ve bir gün gelip suda boğulur.“
Harry Haller, Selim Işık, Turgut Özben. Farklılıklarının farkına vardıklarında artık hiçbir zaman mutluluğa erişemeyeceklerini anlarlar. Yaşamın ortasına açılmış o koca delikten yalnız başlarına ya düşeceklerdir ya tutunacaklar. Çünkü Turgut Özben’in de dediği gibi “Yaşamak ölmek gibi değil. Bazı zorlukları var bir kere. Daha çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Ezilebiliriz. Biz…”