Mor Salı’da siftahı güç veren, kafa besleyen cesur ablaların felsefelerini anlatarak yapmak istedim ki onların amaçları “hayır!”larımızı cesaretlendirsin; öz keşfimizin yolunu açsın ve en önemlisi, kalemlerimize ilham olsun.
Cinsiyetimiz ne olursa olsun, birey olarak hepimizin doğduğumuzdan bu yana din, gelenek ile görenekler ve Althusser’in zikrettiği “devletin ideolojik aygıtları” (medya, eğitim, aile, dini kurumlar vs.) ile devletin bireylere tepeden indirdiği, bilincimizin en derinine işletilen roller olduğu su götürmez bir gerçektir. Cinsiyet rolleri bu dayatıların en başında gelir ve ataerkilliğin Babil’i olan devletin en önemli işbirlikçisidir.
İşte bu sebeplerdendir ki anarko-feminist diye adlandırılmış bu güzel insanlar başlıca şu iki yapıya karşı çıkarlar: ataerkillik ve devlet. Ataerkillik, yıkılması gereken hiyerarşik bir tezahür olarak görülür. Bunun yerine merkezi olmayan, işbirlikçi, dayatısız ve özgür bir birleşme önerilir.
Anarşizm, otoriter bir hareketin otoriter olmayan bir toplum kuramayacağını savunurken, feministler de aynı talepte bulunmuşlardır. Yani, erkek egemen ve maskülen bir toplumun, bireyci ve özgür bir yapı kurabilme kapasitesini sorgular ve bunu reddederler. Onlara göre emir vermekten hoşlanan kadın, en az yönetme arzusuyla yanıp tutuşan bir erkek kadar tehlikelidir. Çünkü ne şekilde olursa olsun iktidarlık bireysel varlığın kısıtlayıcısıdır ve ondan her durumda kaçınılmalıdır.
Susan Brown‘a göre anarşi güçle ilişkili her şeye karşı çıkar ve tam da bu yüzden feministtir. Bir ‘erk’ tarafından dayatılmış, tepeden inme olan tüm düşünceler insanı o düşüncenin ya da o erkin malı haline getirir. Bu yüzden kadının gelişimi “kendinden ve kendisinin aracılığı ile” gerçekleşmelidir. O, ataerkil baskıdan kurtulmuş olmalıdır ki bunun bir varyasyonu olan devlet baskısından da kurtulup kendini gerçekleştirebilsin.
Kadının hakları hakkında ilk politize eleştiriler de, kadının vücudunun gerek iş, gerek evlilik hayatında; gerekse sosyal hayatta devletin malı olarak teşvik edilmesine karşı gelişmiştir. 19. yüzyılın sonundan itibaren dünyada kadın hakları, ideal güzellik, cinsiyet rolleri ve kadın eğitimi gibi konular gün ışığına çıkarılıp tartışılmaya başlanmıştır.
Anarko- feminist felsefenin kurucusu sayılan Emma Goldman, 1915’te dünya çapında bir tura çıkıp kadınlara gebelik kontrolü yöntemlerini anlatmış, 1916 yılında tutuklanıp kefaleti ödemeyi reddedince hapse, ona göre toplum tarafından reddedilenlerle kaynaşma fırsatını yakaladığı yere atılmıştır. Bu mükemmel kadının evliliği eleştiren, farklı cinsel kimliklere karşı yargılarla savaşan, bedeni devletten alıp bireye veren düşünceleri bu alana inanılmaz bir ilham kaynağı ve besin olmuştur.
Goldman’ın aydınlattığı düşüncelerle ilerleyen feministler, kadın vücudunun biyolojik olarak korunmasının, devletin doktorlarının ya da milyarder ilaç firmaları tarafından değil bizzat kadınlar tarafından üstlenilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Böylece devletin kadın üstündeki etki ve yetkisini minimalize edip, kadınların beden bilinçlerini artırmayı amaçlamışlardır.
Anarko-feminizmin bir diğer etkisi de ekofeminizm üstüne olmuştur. Çünkü bu felsefeden başka hiçbir feminist bakış doğayı iyileştirmenin gerekliliğini kaydetmemiştir. Böylece eko-feminizm düşüncesini besleyip ona ilham kaynağı olmuştur.
Mor Salı’nın ilk yazısını Kytha Kurin‘den bir alıntıyla ve ardından da izlenmesini şiddetle tavsiye ettiğim konuyla alakalı iki filmle sonlandırmak istiyorum. Buyrun efendim, güzel düşünmeler:
“Anarşizmin vizyonu ve feminizmin dayanıklılığıyla insan olmanın muazzam mücadelesini vereceğiz.”
Filmler: Libertarias / Ni dios ni patron ni marido
Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden trans kadın Eylül Cansın’ın geride bıraktığı herkese güç diliyorum. Yıkıcı tüm yargıları silecek güçte de bir sevgi…