Devletler çok kibirli. Dünyayı bölüyorlar. En büyük bölücü devletin kendisidir. Sınırlar nedir? Sınırlar sanal çizgilerdir. Sınır olan yere gidip baktığınızda orada doğal bir ayrım göremezsiniz. Belki gene devletin çaktığı kazıklar ve aralarındaki tel örgüler vardır. O tel örgüler devletin bölücü aygıtlarından sadece biridir.
Devlet toprağı böler, dünyayı böler, insanları ve hayvanları böler. Sonra böldüğü yerlere nöbet kulübeleri diker ki insan ya da hayvan oradan geçemesin. Neden? Çünkü devlet insanlardan oluşur, insanların bitmek bilmeyen hırsı devleti insan mantığında meşru kılar. Meşru kılınmış devleti destekleyen birimler de artık meşru sayılır. Mesela öldürmek için eğitim almaya yarayan askerlik de meşru görülmeye başlar. Çünkü sahiplenme hırsı, sahiplendiğini gizleme, korumayı da gerektirir. Toprağı sahiplenen devlet milletten yetki almaktadır. Yani eğer millet onaylamasa sınır olmayacak ama onaylıyorlar.
Vatan savunması denen şey aslında bir araya gelmiş ve bir toprak elde etmiş insanların kendi bölgelerine yabancıları sokmayan bir hayvanın yaptığı ile benzeşmektedir. Nasıl ki hayvan oraya buraya işeyerek yerini belirtiyor ve oraya girenlere saldırıyorsa insanlar da belirledikleri sınırlar içine izinsiz girişi yasaklıyor ve “ihlal” durumunda öldürüyor. Bunun gerekli olduğunu sanıyorlar. Öldürmeden, sınırlamadan, yasaklamadan yaşamayı imkânsız sanıyorlar.
Tanımlamak sınırlamaktır
Düşünün, kadın diye bir tanım ortaya atmasak şu an feminizm diye bir mücadele ya da kadınlara yönelik hak ihlalleri veya tahakküm olmayabilirdi çünkü tanımlanmamış kişileri kendimizden ayırmamız mümkün değildir. Annemizden kopmadan önce kendimizi annemizle bir sanmamız gibi. Mesela kendimizi Türk olarak tanımlamasak ve onları da Kürt olarak sınırlamasak biz onlarla bir olacaktık. Bir olunduğunda ise kavga olmayacaktı. Kısacası her “öteki”ni tanımlamaya kalktığımızda aslında “öteki”ni sınırlamış oluyoruz.
Sahte gözyaşları
Alan Kurdi‘yi hatırlarsınız, hani Avrupa’ya gitmek isterken teknenin batması sonucu ölmüş ve cansız bedeni kıyıya vurmuş çocuk. Hepinizi yaraladı o görüntü. Peki, bunun sorumlusu kim? Bunun sorumlusu, vatan, devlet, bayrak gibi sanal sınırlayıcıları belirleyen herkes. Burada bir çelişki var. Çocuğun ölmesine neden olan sınırları ve bayrakları hâlâ seviyorsunuz ama çocuğun ölmesini istemiyorsunuz. Burada gerçek bir sorun var, eğer devletler dünyayı bölmemiş olsa, sınırlar olmasa o çocuk da ölmeyecekti hatta uluslararası planlar doğrultusunda oluşan savaş bile olmayabilirdi. Kendimizi sorgulamak zorundayız. Devletin bize yararı ne? Devlet o çocuğu öldürerek bile sizi rahatsız ediyor. Devlet sınırlıyor, özgürlüğünüzü yok ediyor. Örneğin bisikletine atlayıp uzaklara gittiğini düşün, sınıra geldin. Devlet geçmene izin vermeyecek. Seni sınırlayacak, senin sevdiğin sınır seni sınırlayacak. Sınırları sevmek sınırlılık doğuruyor. Ve sınırları sevenler ve bayrakları sevenler ve sınırlar için ölüm isteyenler bu çocuğun karaya vuran bedeninden nasıl rahatsız olabiliyor?
Mülteciliğin bitmesi için sınırların yok olması gerekmektedir. Mülteciler sınırların olmadığı denizlerden giderek ulaşma hayalindeler, hayallerindeki sınırlanmış bölgelere. Devletler ise sınırlar için sizlerden aldıkları yetki ile onları bozuk para gibi harcamaktan çekinmiyor. Örneğin iki ülke arasında kalan botlar veya tekneler hangi ülkeye yaklaşırsa o ülke tarafından vurularak batması sağlanıyor. Yani üzgünüm ama o “Mülteci taşıyan tekne hava şartlarından alabora oldu” haberleri tamamen yalan. Mülteciler ülkelerde krizlere neden oluyor! Pardon! Nasıl da dilim iktidar diline alışmış değil mi? Doğrusu şöyle olmalı: Devletler mültecilere sorun çıkarıyor!
Uluslararası krizler ulusal krizlerden daha büyük önem arz eder devletler için. Mesela, Çin’den kaçan Doğu Türkistan’lılar “X ülkesi’ne sığınmak istedi, Çin ‘X ülkesi’ne ‘onları kabul ederseniz kriz çıkarırız” mesajı verdi. ‘X ülkesi’ de onları kabul etmedi. Peki, buna rağmen o bot ‘X ülkesi’ne yanaşırsa ne olur? Öncelikle gelmesinler diye ateş açılır, dinlemezler ise sonra bot vurulur ve insanlar boğulur. Akşam ise haberlerde izlersiniz “Şu kadar mülteciyi kahraman askerlerimiz kurtardı.” Bu şekilde krizin önüne geçilmiş olur…
İşte o uğruna ölüp öldürdüğünüz sınırlar, bu kadar adi olaylara neden olmaktadır. Ama sizler hala o sınırlar ve bayraklar için ölmeye ve öldürmeye hazırsınız. O zaman lütfen ölen mültecilere üzülmeyin, onları sizin onayınızla öldürüyor devletler. Siz bayrak diye, sınır diye, toprak diye çıldırdığınız için bu çocukların cesedi karaya vuruyor. Bunu kabul ettikten sonra ya sınır seviciliği yani milletçe sahip olma hırsını bir kenara bırakacaksınız, ya da kendinizle yüzleşip ne olduğunuzu kabul edeceksiniz ve sahile vurmuş çocuk cesetleri paylaşarak olayı pornolaştırmaktan vazgeçeceksiniz. Pornoculuk sadece seks izlemekle alakalı değildir. Acının pornosu vardır, çaresizliğin pornosu, dram vardır hatta trajedi. İnsan başkalarının acısını izleyerek, başkalarının fakirliğini izleyerek, başkalarının çaresizliğini izleyerek kendi haline şükrettiği an pornoculuk yapmış olur. Çünkü kendi durumu ile onu kıyaslayarak bundan garip bir zevk alır, güvende olduğu için şükreder.
Bunu en çok aşırı dinci kurumların Afrikalı çocukların çaresizliğini göstererek din güzellemesi yapan reklamlarında görmekteyiz. Afrikalı çocukların durumunu düzeltmek için hiçbir şey yapmazlar. Yalnızca onlara kutsal kitap göndermek ya da yeni bir mabet yaptırma bahanesi ile para kaldırmak en büyük amaçlarıdır. Afrikalı çocuklar sürekli aç olsun, Filistin sürekli işgal altında olsun ki porno sürsün, bu dinci kurumlar da para kazanmaya devam etsin. İşte pornoculuğun en ahlaksız biçimi de budur.
Yani Alan Kurdi’nin cesedi siz istediniz diye karaya vurdu. Aşağıda okuyacağınız haber ise gene sizler sınırları çok seviyorsunuz diye gerçekleşti. Krizden korkan devletler diğer devletle papaz olmamak için onlara yardım etmedi. Devletler birbirinin kaçağını korumaz. Çünkü bugün ondan kaçan birileri varsa yarın senden kaçan birileri de olacaktır. Bu durumda senin onun kaçağını koruman demek yarın onun da senin kaçağını koruması anlamına gelecektir. Onlar denizin ortasında açlıktan öldü ya da sidiklerini içtiler. Şu bolluk dünyasında çekilen kıtlığın sebebi gene sınırlar ve devletlerdir. Fakat daha da önemlisi devletlere o yetkiyi veren sınır ve devlet hayranlarıdır.
Gelelim haberin detayına, Evrensel gazetesinden aldığımız bu haber tamamen sınırların, bayrakların ve devletlerin meyvesidir. Afiyet olsun, zevkle okuyunuz.
Myanmar’dan kaçan ama hiçbir ülke kabul etmediği için yaklaşık bir haftadır Tayland yakınındaki Andaman Denizi’nin ortasında yaşam mücadelesi veren 350 Arakanlı Müslüman için zaman giderek daralıyor. BBC’nin verdiği son rakamlara göre gemide 10 kişi açlıktan öldü.
Tayland’ın güney kıyısı açıklarındaki balıkçı teknesinin yanından geçen BBC Muhabiri Jonathan Head tanık olduklarını şöyle anlattı: “İnsanlar bizden yiyecek ve su dilendi. Teknede birçok kadın ve çocuk da var. Bazılarının şişelerden kendi idrarlarını içtiğini gördük”.
“Biz arkalarından itmedik”
Tayland Ordusundan Tümgeneral Puttichat Akhachan, Reuters’a yaptığı açıklamada, “Ülkeye girmelerine izin vermedik ama insan hakları yükümlülüklerine göre onlara su ve yiyecek verdik” dedi. Amiral Somchai NaBangchang, mültecilerin “Tayland değil Malezya ya da Endonezya’ya gitmek istediklerini, bu nedenle onları almadıklarını” öne sürdü. Amiral, “Tekneyi arkasından ittirmiş değiliz” dedi.
Faciayı balıkçılar engelledi
350 göçmenin hayatta kalma mücadelesi sürerken Endonezyalı balıkçılar başka bir faciayı son anda engelledi. Göçmen kaçakçıları tarafından terk edildikten sonra günlerdir denizde sürüklenen 600’den fazla Birmanyalı ve Bangladeşli göçmeni Endonezyalı balıkçılar kurtardı. Uluslararası Göç Örgütü, bölgedeki teknelerde yaklaşık 8 bin kaçak göçmenin mahsur kaldığına inanıldığını açıklamıştı.
*Başlık görseli bu olaya ait değildir, temsilidir.