“Böyle bir ortamda aşk romanı yazmak zor”
“Cemaatçinin Ölümü“, Cumhurbaşkanı başdanışmanın şüpheli ölümünü anlatırken arka planda Türkiye’nin yaşadığı çalkantılı gündemi mercek altına alıyor.
Gazeteci – yazar Barış Soydan’ın Labirent Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı Cemaatçinin Ölümü okurla buluştu. Yandaş medyada uzun yıllar geçirdikten sonra işten atılan Ufuk Lodos’un Cumhurbaşkanıyla ilgili bir kitap yazması için gelen teklifi kabul etmesiyle başlayan macera, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Gündüz’ün bir trafik kazasında şüpheli bir biçimde ölümünün ardından devletin günümüzdeki karanlık ilişkiler yumağının da kazayla beraber ortaya saçılmasını anlatıyor.
Kitap yazar tarafından her ne kadar “hayal ürünü” olarak nitelendirilse de ülke gündemini az çok takip eden bir kişi için hayli tanıdık olaylar ve karakterleri içinde barındırıyor. Cemaatçinin Ölümü’nü yazarı Barış Soydan’la konuştuk.
Cemaatçinin Ölümü nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir hazırlık sürecinden geçti?
Politik macera romanlarını severim. Frederick Forsyth’in Çakal’ını da, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nu da. Cemaatçinin Ölümü fikri, onlardan bana geçmiş olmalı… Romanın yazımı iki yıl sürdü. 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleştiğinde ana iskeleti aslında çoktan bitmişti.
Kitabın girişinde “olaylar ve yaşananlar hayal ürünüdür” açıklaması yer alsa da gündemi az çok takip eden biri, kitabın siyasi yönünün daha ağır bastığını düşünebilir. Kitabın siyası kısmının asıl olay örgüsünün önüne geçmesinden çekindiniz mi?
Evet, böyle bir risk, politik romanlar için her zaman var. Politik romanlara uzaktan bakınca, zaman olarak uzaktan bakmayı kastediyorum, siyasi konjonktürün önemini yitirdiğini, geriye edebiyatın kaldığını görürüz. Mesela Türkçeye yeni çevrilen ve 1960’larda Meksika’da tezgahlanmak istenen bir darbeyi anlatan Moğol Komplosu’nu, Latin Amerika’nın büyük altüst oluşlar yaşadığı dönemden çok sonra, ancak bu yıl okuyabildik. O nedenle, en azından kendi adıma, romanı okurken politik yönünden çok macera yönüne odaklandım. Oysa Latin Amerika’da her sabah bir darbenin gerçekleştiği 1960’lı yıllarda okumuş olsaydık muhtemelen belgesel tadı alacaktık.
Ahmet Ümit’in kitabınızın kahramanı Ufuk Lodos ile ilgili, “Ufuk Lodos, gerçek olmasını istediğimiz kadar sıradışı bir karakter,” saptaması var. Okur, Ufuk Lodos’un neden gerçek olmasını isteyebilir?
Ufuk Lodos, burnunun dikine giden, yanlışlarıyla, günahlarıyla hesaplaşmaktan kaçınmayan bir karakter. Ancak kitaplarda olur, derler ya, biraz öyle…
Kitap “Her roman bir otobiyografidir” sözünü ne derecede doğruluyor?
Cemaatçinin Ölümü bir kurgu ama elbette benim yaşadıklarımdan, dünyaya baktığım yerden, pencereden fazlasıyla esinlendi elbette…
Bir gazeteci olarak özellikle Türkiye gibi saniyede gündemi değişen bir ortamda “politik polisiye” yazmak daha kolay diye düşünüyorum. Buna katılır mısınız?
Haklısınız, Türkiye’de politik malzeme çok. Kemal Tahir, Kurt Kanunu’nu yazarken de böyleydi, bugün de öyle. Birkaç yılda bir büyük altüst oluşların yaşandığı bir ülkede insan politik bir roman yazmak için dayanılmaz bir dürtü duyuyor. Kafanızın üzerinde uçakların uçtuğu, şehir meydanlarında çatışmaların yaşandığı günlerde aşk romanı yazmak güç.
“Politik polisiye” ya da “politik roman” Türkiye’de genellikle darbe dönemleriyle, 90’larda yaşanan faili meçhul cinayetlerle karşımıza çıktı. Ancak Cemaatçinin Ölümü biraz “sakat” bir zamanlamayla “hassas” bir konuyu masaya yatırıyor. Tereddütleriniz oldu mu yazarken?
Romanın sonunda Hegel’in ünlü bir sözü birkaç kez geçiyor: “Minervanın baykuşu kanatlarını ancak gün batarken açar”, der Alman filozof. Bu cümleyle kastı, yaşanılanların yaşanırken yazılamayacağı, bugünü anlamak için yaşananların üzerinden en azından bir günün (günü, burada mecazi olarak kullanıyorum elbette) geçmesi gerektiğidir. Hegel bunu felsefe ve tarih için söyler ama roman için de bu sözde bir haklılık payı vardır. Fakat diğer taraftan yazar çağının tanığıdır da; kanatlarını açmak için akşamı beklerse uçamayabilir. Zor bir ikilem…
Kitap medyayla da sağlam bir hesaplaşmaya giriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ufuk Lodos’un gerçek olmasını isteyeceğimiz kadar sıradışı bir karakter olmasının sebebi, biraz da bu. Pek çoğumuzun, ben dahil, olamadığı kadar cesur bir karakter o.