“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor,
sonra da ufkunun darlığına şaşıyorsunuz, kanatlarını kesiyorsun,
sonra uçamıyor diye yakınıyorsunuz.“
Simone de Beauvoir
Her biri hayatlarında dibi görmenin tadına varmış kadınlar. Kimisi mücadelesiyle, kimisi feministliğiyle, kimisi kalemiyle iz bırakmış. Belki de intiharları, erkek hegemonyasından ve onların getirdiği metalaşmadan bir kaçış, bir çığlık veya bir vazgeçiştir.
Bunlardan bazılarına değinmek istiyorum:
Şiiri üstüne başına benzeten kadın: Sylvia Plath
“Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya,
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi,
Kafamın içinde yarattım seni galiba“
Yaşam rüzgârının önümüze savurduğu şair Plath’ın hayatına göz atalım. Alman bir babayla, Amerikalı bir annenin, 1932 yılında dünyaya gelen kızlarıydı Sylvia. İlk şiirini 8 yaşında yazmaya başladı. Öğrencilik yıllarında, katılıp da kazanmadığı şiir yarışması yok denecek kadar azdı.
Sylvia Plath gizdökümcü türün en önemli temsilcisidir. Bu itiraf edebiyatı Plath’ın hayatını daha iyi analiz etmemizi sağladı. Cambride Üniversite’sinde tanıştığı Ted Hughes ile kısa süre sonra evlendiler. Evliliğinde iki çocuğu oldu ve Sylvia, şair kimliğininin ötesinde bir ev kadınlığı misyonu üstlendi. Bu durumu zamanla şu şekilde dile getirdi:
“Çay getirecek, baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak, bir el var, evlenir misin, garantisi var…”
Hayatı boyunca manik-depresif bozuklukla uğraştı. Bu onu altından kalkılamaz bunalıma itti. Tam üç kez intihar girişiminde bulunan Sylvia, ilk ikisinde kurtarıldı. Son intihar girişiminde 11 Şubat 1963 ‘te amacına ulaştı. Mutfakta fırını açıp kafasını içeri sokan Sylvia, bu şekilde intihar etti.
“Ve ben işte gülümseyen bir kadın
Daha sadece otuzunda,
Bu üçüncü sefer,
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha
Ölmek, bir sanattır, her şey gibi
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten ölürüm.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi…”
Defterlerini intihara sürükleyen kadın: Nilgün Marmara
1958’de İstanbul’da doğdu Nilgün Marmara. Kendini büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Zamanın acıyı içine sindirmek için onu boğmaya başlamıştı. Boğaziçi Üniversitesi’nde Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için yaptığı bitirme tezi onu bambaşka bir yöne sürükledi. Bitirme tezinde intiharı seçen Sylvia Plath’ı inceliyordu.
“Başka seçenek var mı?” diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
Plath’ın şiirlerini, yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. “Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizini”ni tamamladığında Nilgün Marmara için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin yalnızlığı ve var oluş, sorunları üzerine olan bakış acısı onu fazlasıyla etkilemişti.
“Ey, iki adımlık yer küre,
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!“
Kendi yazdığı şiirlerinde bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu. Çok sevdiği Plath’ın yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti Nilgün Marmara…
13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken kızıl toprak’ta bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
“Azımsanmayacak kadar ölmüşüm/ Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını, geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye. “
Nilgün Marmara, sanatsal yaratımla intihar arasındaki bağıntı arasında sıkışmak ağrına gidiyordu onun, özgür olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
Fanusun içinde yerini aldı Sylvia Plath’ı yalnız bırakmadı.
Yaşamın ucundaki kadın: Tezer Özlü
Ardından, yaşamın ucundaki kadın Tezer Özlü katıldı aralarına ve varoluşunun herhangi bir zamanında, kendisini içine hapsettiği gizli duvarıyla birlikte yaşamın ucuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. İçindeki acıları ruhundaki uyumsuzluğu azaltmak için. Bu yolculukta Kafka ve Pavese’nin izini sürüyor. Kendisiyle ve yaşamla hesaplanırken, onlarla da yüzleşiyor.
“Kalıplardan kaçmak için gidiyorum .Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek , hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı ‘gitmek’ olarak algılıyorum.”
Gitmek bazen intiharla eş anlamlıdır. Özlü, 18 yaşından itibaren defalarca denemiş bunu. Fakat başaramamış. Ölüm onu sindire sindire sinsi bir zamanda aldı. Hayata tutunmaya, aşkı yaşamaya başladığı bir zamanda bu sefer ölüm kendini ortaya çıkardı. Bir sabah göğsünde yumrular fark ettiğinde artık çok fazla vakti kalmamıştır Tezer’in. Oysa henüz çok gençtir ve yazacak çok şeyleri vardır önünde. Belki de yaşanacak başka aşklar, gidilecek başka kentler vardır…
25 Şubat 1986’da Aşiyan’da toprağa verildiğinde 43 yaşındadır. Ve yaşam, Pavese’nin dediği gibi:
“Yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız bir hiçtir…”
Ve bu şekilde Sırça Fanus’un içi gülen kadınlarla dolmuştur.
Kaynak: Sylvia Plath- Sırça fanus, Tezer Özlü – Yaşamın ucuna yolculuk, Nilgün Marmara- Daktiloya çekilmiş şiirler