İstatistikler, bize, insanın yaşamı boyunca 95 litre, yani yaklaşık 10 kova gözyaşı döktüğünü söylüyor. Bu bilgiyi gördüğümde, dedim ki; “ne kadar çokmuş, israf valla” … Ama biliyoruz ki; bu veri, kuşkusuz ortalama sayısal bir genelleme yapabilmemizi sağlamakta. Çünkü bu rakamlar insandan insana ve kültürden kültüre göre değişebilmekte.
Misal ben, her duygulandığımda; sevinince de üzülünce de zırıl zırıl zırlarım. Eğer bugüne kadar ölçseydim, belki de 10 kovayı aşmıştım. Başka bir veri de en çok günün hangi saatlerinde ağladığımızla ilgili. Yetişkinler duygulandıklarında, genellikle 19.00-22.00 saatleri arasında ağlıyorlarmış. Şöyle bir düşündüm de, benim ağlamam için saate gerek yok, her an her yerde ağlayabilirim. Ağlamakla ilgili her zaman olduğu gibi cinsiyet farklılıkları var tabii ki…
Oturup ağlamaya başladıklarında, kadınların yaklaşık 5 dakika boyunca 50 damla gözyaşı döktükleri (dakikada 10 damla düşünsenize, az mı ne?), erkeklerin ise, nemli gözlerle durumu geçiştirdikleri saptanmış. Belli ki; “erkekler ağlamaz sil gözyaşını” erkeklerin iliklerine kadar işlemiş, sadece gözleri nemleniyor bu yüzden.
Daha bitmedi, bir damla gözyaşının ağırlığı bile biliniyor; 15 miligram. Öyle hor görmeyelim bir damla gözyaşının, küçüklüğüne bakmayın, yarattığı etki çok büyük. Özellikle ağlayan bir kadın ya da bir çocuksa, herkesin şefkat ve koruma duyguları harekete geçiyor. Ancak, ters etkisi de belirlenmiş, araştırmacılar 274 tecavüz olayını incelemişler ve görmüşler ki; kurban ne kadar çok ağlarsa, suçlu da o oranda saldırganlaşıyor. Ne tuhaf ve ürkütücü…
Ağlamak, insanın doğuştan getirdiği bir davranış görseli. Net, benzeri ya da ikamesi olmayan kimyasal bir bedensel eylem. Avusturyalı davranış bilimci Irenaeus Eibl-Eibesfeldt, yeni doğan bebeklere çeşitli ses kayıtları dinletmiş, bazı seslere bütün bebeklerin ağlayarak tepki verdiklerini belirlemiştir. Zaman zaman sosyal medyada şarkı ya da çizgi film izleyen bebeklerin hüzünlenip ağladıklarını eminim ki, gözlemleyen çoktur aramızda.
Ayrıca, görme engelli olarak doğan bebeklerin de görebilen bebekler gibi içgüdüsel olarak güldükleri ve ağladıkları, yeni doğan bebeklerin ağlarken yüzde 12 oranında daha çok enerji kullandıkları belirtiliyor. Ağlarken yetişkinler de çok ciddi bir zaman ve enerji kaybediyorlar. “Ağlamak güzeldir” ama, bilimsel veriler ışığında anlaşılan odur ki; oldukça yorucu da bir eylemdir…
Peki, bu zahmete katlanmanın bir nedeni olması gerekmez mi? Var tabii ki… Bebekler, gözün kornea tabakasını nemli tutan ve enfeksiyonlara karşı koruyan gözyaşını doğuştan itibaren üretirler. Ama, gözyaşı bezlerine giden sinirler altı haftalık olduklarında olgunlaşır. Gerçek gözyaşı dökmeye de ancak o zaman başlarlar. Bebekler, engel tanımadan ve toplumsal kuralları gözetmeksizin ağlarlar. Oldum olası bebek ağlamasından hiç rahatsız olmamışımdır, aksine hoşuma bile gider minnak insan sesi… Kızdınız biliyorum, ama doğru söylüyorum. Ağlamak, bebekler/çocuklar için çoğu zaman ya da her zaman önemli bir iletişim aracıdır. Yaşamın zor koşullarıyla yüzleştiklerinde tek seçenek gözyaşlarıdır…
Bebeklerin/çocukların ihtiyacı olan ilgi kendilerinden uzun süre esirgendiğinde, yazık ki, gülme davranışı giderek kaybolur, ağlama davranışı kalır. Yardıma muhtaç bebek için ağlama, tek iletişim aracıdır. Anneler, bebeklerinin ses tonunu tamamen içgüdüsel olarak tanırlar ve süt üretimindeki artışla bedenleri tepki verir. Bebeklerdeki terk edilmişlik duygusundan kaynaklanan ağlamanın, doğuştan gelen bir hayatta kalma stratejisi olduğu düşünülmektedir. Tensel temas yaşayamayan bebek, unutulduğunu ya da terk edildiğini zanneder. Kulakları tırmalayan bir ağıtla ebeveyninin ya da çevresinin dikkatini çekmeye çalışır. Bir başka varsayıma gore; bebekler hayatta kalabilmek için bu yolla ilginç bir biçimde olası kardeşlerini dışlamaya da çalışırlar. Yeterli gıda bulunamayan zamanlarda, yoksulluk, doğal afetler gibi durumlarda kardeşler birbirine rakiptir. Anne, bebeği her ağladığında emzirdiği için, buna bağlı gerçekleşen hormon üretimi, yeni bir kardeşe dönüşecek yumurtanın olgunlaşmasını engeller. Geleneksel olarak lohusalık döneminde kadınların “süt korur” denerek hamile kalmayacaklarına ilişkin geleneksel bilginin bilimsel kaynağı da budur aslında…
İyi de bebeklerin/çocukların ağlaması ile ilgili nedenleri açıklamak ve anlamak böylesine kolayken, yetişkinleri ağlatan nedir ? Biliyoruz ki, yakınların ölümü, aşk acısı, ayrılık, kavga, dışlanmışlık gibi üzüntü verici yaşam deneyimleri; evlenme, terfi, ödül gibi mutluluklar; müzik, duygusal filmler vs… hepimizi ağlatabilir.
Hayvanlara baktığımızda, gözyaşı dökme nedenleri insanlarla aynı değildir. Ancak her geçen gün daha çok insan, ben de dahil, köpeklerin, fillerin ağladığına tanıklık ettiğini iddia ediyor. Hayvanların acı çektiklerinde ya da sevindiklerinde ağladığı söyleniyor. Hepimizin kullandığı, “timsah gözyaşları” deyimi aslında gerçeklere dayanıyor. Çünkü, timsahın gözyaşları çeşitli duygusal heyecanlar nedeniyle değil, avını yemek için ağzını açtığında ortaya çıkıyor. Bu hareket, gözlerine o kadar büyük baskı yapıyor ki, timsahın gözyaşı akmaya başlıyor.
Ağlamakla ilgili, Hipokrat, M.Ö. 5. yüzyılda şöyle demektedir; “Ağlamanın merkezi beyinde gizlidir. Gözyaşı dışarı akarken beyindeki fazla sümüksü sıvıyı da birlikte atıyor ve beyni hasta olmaktan koruyor.” Dönemin bilimsel bilgilerine göre, insanın karakterini belirlediği düşünülen dört vücut sıvısı (kan, sümüksü sıvı, siyah ve sarı atık) vardı. Bu sıvıların dengesi bozulduğunda insan hastalanıyordu. İyileşebilmesi için fazla olanın dışarı atılması gerekiyordu. Hipokrat, bu olayı tanımlamak için, “temizlenmek/arınmak” * anlamına gelen “katarsis” kavramını kullanmıştı. Ağlamak yararlı idi, sürekli gözyaşı üretildiğine göre bunun dışarı atılması gerekiyordu. Bu düşünce, Avrupa’da geçerliliğini Rönesans dönemine kadar korumuştur. Vücut sıvılarıyla ilgili bu bilgi, bilimsel çalışmalara 17. yüzyıla kadar temel oluşturmuştur. Danimarkalı anatomi uzmanı Niels Stensen, 1662 yılında kadavra üzerinde çalışırken gözyaşı bezlerini keşfetmiştir. Ancak ağlama eyleminin nedeni aydınlatılamamıştır. Birçok filozof, bilim insanı ve şair, gözyaşının bir “katarsis“, yani arınma etkisi olduğunda hem fikir olmuşlardır. Örneğin; Descartes, ağlayabilen insanın sevme ve merhamet etme becerisi olduğunu söylemiştir. Ağlayamayan insanın içinin artan bir nefret ve korkuyla dolduğu düşünüldüğünden, Romalı şair Ovidius, 2000 yıl önce: “Ağlamak, öfkeyi siler“, demiştir.
Aristoteles’e göre, kadınlar erkeklerden daha heyecanlı; yıkılmaya ve ümitsizliğe daha yatkın ve “utanma, özsaygı” gibi duyguları olmayan varlıklardır. -Ahh !!! Aristoteles, şimdi söyleyecektin sen bunları, bildirecekti bayaaanlar haddini sana…- O’na göre kadınların daha çok ağlamalarının nedeni de buydu. Günümüzde araştırmalar, ağlayabilen kadınların yaşama, erkeklerden daha olumlu baktıklarını orta koymuştur. O zaman bu, biyolojik farklılıklardan kaynaklanıyor denebilir mi?
Uzmanlar, kısa süre önce gözyaşı bezlerinin cinsiyete göre değişiklik gösterdiğini saptadılar. Şaşırtıcı bir biçimde, erkeklerin gözyaşı üretim sisteminin kadınlara göre çok daha belirgin bir yapısı olduğu, ağlamakla ilgili davranış farklılığının hormonlara, örneğin prolaktine bağlı olduğu tahmin edilmektedir. Çocuklar ve gençlerde prolaktin düzeyi cinsiyetlere göre farklılık göstermez, ağlama davranışlarında da bu nedenle bir farklılık yoktur. Kadınlar ancak 13 yaşından sonra fazla prolaktin üretmeye başladıklarından, gözyaşındaki değişiklikler bu yaştan itibaren gelişir. Bu, hamile kadınlar için de geçerlidir. Hamile kadınlar çok fazla prolaktin hormonu üretirler ve doğal olarak daha çok ağlarlar. Ayrıca geleneklerin etkisini de hatırlatmakda yarar var. Erkekler sert, kadınlar ağlamaya yatkın, zayıf ve narin yetiştirilmektedirler.
İstatistiklere göre, Çinli erkeklerin ancak üç ayda 1 kez, Amerikalı erkeklerin aynı sürede 5-6 kez, Alman erkeklerin 4-5 kez, İspanyol erkeklerin 1-2 kez ağladıkları belirlenmiştir. Ancak yaşamın giderek daha fazla teknoloji ile kuşatılması, ortaya çıkan rekabetçi ve acımasız koşullarda kariyer yapan, çalışan kadınlar için ağlama eylemini azaltan bir etkiye neden olmuştur. Gizli gizli ağlamalarımızı bunun dışında tutuyorum tabii ki…
İnsanların katarsisi en yoğun ve birincil olarak ağlamakla, gözyaşı dökerek gerçekleşirken, doğanın ne yaptığını bilmek hiç de zor değil. Doğa yağmurlarla ağlamakta… Doğanın arınma aracı da yağmurlar… Ancak, doğa ve iklim olaylarının tarihine baktığımızda bazen gökten birçok kez, yağmur yerine balık, kurbağa, tavuk yağdığına rastlamak mümkün. Örneğin, Mart 2010’da Avustralya’daki çöl kasabasınına,bir anda gökyüzünden balık yağmıştır. Ve balıkların yere düştüklerinde hâlâ canlı olması insanları şaşırtmıştır!. Çok daha geçmişte, 1618’de Macaristan’da kırmızı yağmur ve taş, 1666’da İngiltere’de çamur ve mezgit, 1856’da yine İngiltere’de dikenli balık, 1892’de Almanya’da midye ve 1954’te İngiltere’de kurbağa yağmuru olduğuna dair kayıtlara rastlanmaktadır. Tambora Volkanı 1816 yılında faaliyete geçtiğinde, Endenozya’dan tüm dünyaya yayılan milyarlarca ton kül ile yeryüzü güneş ışınlarına büyük ölçüde kapanmıştır. Sadece kış aylarında değil tüm yıl boyunca dünyada yağışlar kar şeklinde olmuş ve o yıl dünyanın hiçbir yerinde güneş görülmemiştir. Yani yaz mevsimi yaşanmamıştır!.
Muson denince ilk akla gelen Asya ülkelerinin başında Hindistan ve Bangladeş vardır. Bir zamanlar Doğu Pakistan olan Bangladeş, Pakistan, Hindistan ile birlikte kuru ve çok nemli birbirine zıt iki mevsimden oluşan musonları, çok şiddetli bir şekilde yaşamaktadır. Muson yağmurları ile debisi artan 700 adet nehir taşarak, her yıl 18 yaşın altında 18 bin çocuğun boğulmasına neden olmaktadır. Bundan dolayı Bangladeş’te “Uluslararası Boğulma Araştırmaları Merkezi” kurulmuştur. Her yıl 70 bin civarında çocuk da boğulmaktan son anda kurtarılabilmektedir. İnsanlığın çağımızda karada ve suda yaptığı ve yapmaya devam ettiği tahribatın bir sonucu olarak, toprak ve su ile birlikte havanın da bileşimi bozulmuştur.
Sonuç olarak; ne kadar çok sera gazı, o kadar çok sıcak hava. Ne kadar çok sıcak hava, o kadar çok kuraklık, kıtlık, orman yangını, sıcak hava dalgası, tropikal hastalıklar yaşanmakta ve doğada düzensiz yağışlar gerçekleşmektedir. Anlayacağınız insanoğlu, doğanın katarsisini de bozmuştur, göğün gözyaşları mutasyona uğramıştır. Doğa kendi katarsisini yaşarken insanı sel baskınları, asit yağmurları, kuraklık, erozyon gibi olaylarla bir anlamda cezalandırmaktadır. Gökten rahmet yağsa başıma taşı düşer, deyimi tam da bunu hatırlatmaktadır…
Sevgili Okur; hadi bu yazıyı edebi bir dille bitirelim mi? Gözyaşları, ister doğanın yağmurları, ister bizim gözlerimizden süzülen damlacıklar olsun, hep aynı şeyi anlatır. Göğün yüzü, bir yandan ufkumuzu karartan kasvetli bulutlarının gözyaşları ile doğaya arınma ve bereket sunarken, diğer yandan da bize gücünün sonsuzluğunu hatırlatmaya çabalar. Biz de öyle değil miyiz? İç dünyamızın yüzünü kaplayan sıkıntılarımızı, dertlerimizi, tedirginliğimizi fırlatıp atmak istemez miyiz? Hüngür hüngür zırlayıp, içimizdeki kara bulutları gözyaşlarımızla kovalamaz mıyız? Haksız ve acımasızca yüklendiğimiz doğa ise, ağlarken insanlığı uyarmaktadır… Anlamalı ve kulak vermeli…
Yararlanılan Kaynaklar:
Bonnard, Andre, (2004), Antik Yunan Uygarlığı, (Çev. Kerem Kurtgözü), Evrensel Basın Yayın, İstanbul.
Cassirer, Ernst, (1997), İnsan Üstüne Bir Deneme, (Çev. Necla Arat), Birinci Basım, İstanbul.
Denkel, Arda, (1998), İlkçağ’da Doğa Felsefeleri, İkinci Basım, Özne Yayınları, İstanbul.
Quote Garden, Web MD, Science Line, Millyet