Hayatın temposunda her şeyi boş veren kendisine yeni bir hikâye yazan insanları zaman zaman duymuş ya da okumuşsunuzdur. Belki siz de bahsettiğim o insanlardansınız.
Sizce tüm bu koşturmadan, kaygılardan neden uzaklaşmak istiyorlar?
Çalışma hayatı bizi her geçen gün daha fazla etkisine alıyor. Günler, aylar derken yıllar geçiyor. Hayatın koşuşturması içerisinde kendimize zaman ayıramaz hale geliyoruz. Her şeyi emekliliğe erteliyoruz. O zaman gelince de enerjimiz kalmıyor.
Çoğunlukla para kaygımız bizi ele geçiriyor. Sonrasında ise büyük firmaların yaptığı reklam kampanyaları sayesinde tüketim kaygımız baş gösteriyor. Modadan geri kalma kaygısı, teknolojiden geri kalma kaygısı, estetik kaygısı ve bunlar gibi nice kaygılar… Tüm bu saydığım nedenlerden dolayı biz kaygıyla iç içe yaşar hale geldik. Kendinize şöyle bir uzaktan bakmayı deneyin. Ne çok kaygınız var düşünsenize.
Açıkça söylemek gerekirse günümüzde bu kaygılar artık olağan bir hale geldi. Öyle çok öyle gereksiz şeylere kaygılanıyoruz ki aslında sahip olmamız gereken asıl kaygıları unutuyoruz.
Kasabanın birinde zengin bir tüccar yaşarmış. Öleceği vakit vasiyetinde: “Ben mezara konulduğum gün kim gelir benimle bir gece mezarda kalırsa ona servetimin yarısını bırakacağım” demiş.
Çoluğu çocuğu, akrabaları servetin yarısı bırakılmasına rağmen bunu yerine getiremeyeceklerini düşünüyorlarmış. Kısa bir müddet sonra adam ölmüş.
Adamın vasiyeti kasabada zaten meşhurmuş. Bunu duyanlardan biri de kasabanın en ücrâ köşesinde yaşayan hamalmış. Adamın öldüğü haberini duyunca yakınlarına kendisinin bir gece mezarda kalabileceğini söylemiş. Bunun üzerine cenaze merasiminden sonra hamalı da adamla birlikte kabre koymuşlar.
Hamal: “Zaten bir tane ipim bir tane de küfem var. Kaybedecek bir şeyim yok. İyi ettim de bu adamla buraya girdim. Çıktığımda kasabanın hatırı sayılır insanlarından biri olacağım” diye düşünüyorken bir gürültü kopmuş ve dünyada daha önce hiç karşılaşmadığı yüzlere orada rastlamış.
Gelen melekler aralarında konuşuyorlarmış: “Bu ölü olan zaten elimizde. Onu istediğimiz vakit hesaba çekebiliriz. İlk önce şu canlı olandan başlayalım”.
Adam tir tir titriyorken başlamış melekler peş peşe sorular sormaya: “Söyle bakalım ey falan oğlu filan. Küfenin ipini nereden buldun? Satın aldıysan ne kadara aldın? Kimden aldın?
Aldığın kişiyi dolandırdın mı? Hakiki değerinde mi verdin ücretini?”
Adamın dili dolanıyor sorulan sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor, ancak o cevap verdikçe ip ile ilgili bir başka soru ile karşılaşıyormuş.
Gün ağarırken zengin adamın akrabaları gelmiş ve adamı mezardan çıkarmışlar. Sonra: Artık kasabanın sayılı zenginlerindensin. Anlat bakalım bir gece mezarda kalmak nasıl bir duygu? demişler.
Hamal:
“Aman, lanet olsun! İstemiyorum! Bütün mal mülk sizin olsun!
Ben bir ipin hesabını sabaha kadar veremedim, o kadar malın hesabını kıyamete kadar veremem herhalde…’’
İnsanı gerçekten düşündüren bir hikaye öyle değil mi? İşte böyle sayın okurlar, kaygılarımız olsun, olmasın demiyorum. Ama gerekli kaygılarımız olsun. Onda var bende neden yok, kaygıları ile bugünümüzü yarınımızı tüketmeyelim.
Hayatımız değerli, bizler değerliyiz. Kaygılarımız bizi hayatta tutar. Günlük hayattaki olağan bir kaygımızdan örnek verecek olursam, karşıdan karşıya geçerken bile sağımızı solumuzu kontrol ederiz. Çünkü kaygı duyarız. Kaygı da bir duygudur. Yaşamın bir parçasıdır.
Stres ve kaygı birleşince insanın hayatında geri dönülemez şekilde etkiler. Farkına varmasak da biriktirdiğimiz kaygılar bizi yorar. Kaygılarımız bizi kötüye değil iyiye sevk etmelidir.
Cemal Süreyya’nın bir sözü, “Artık hayallerim suya düşecek diye kaygılanmıyorum. Çünkü onlar düşe düşe yüzmeyi öğrenmişler.” Bizlerde kah düşüyoruz kah kalkıyoruz şu hayat yolunda kimse kusursuz değil, herkesin hayatında memnun olmadığı bir şeyler var. Önemli olan elindekiler ile yetinebilmek ve kaygılarımızı hayatın bir akışı gibi görebilmek. Gereksiz şeylere de gereğinden fazla kaygı duymamak.